24 Kasım 2014 Pazartesi

Dandanakan Sendromu

Ekonomi okudu benim kardeşim. Hem de İngilizce, burslu, Sabancı Üniversitesi'nde.
Maşallah, kardeşim diye söylemiyorum, alim gibi kızdır Fati.

Geçenlerde bizi kan ter içinde bırakan bir garaj temizliği esnasında bizim "muallim hanımın" ders notlarını buldum, kirden renk değiştirmiş bir koli içinde. Çıkarıp gösterdim kendisine. Üzeri Mısır hiyeroglifleriyle bezeli bir parşömene bakıyor olsaydı ancak bu kadar kafası karışmış görünebilirdi kızcağız.

IS ve LM eğrileri sağa doğru "şift" eder...
Eder etmesine de vaktiyle sınavdan 95 almış olan kardeşim kağıda baktığı zaman bu "şift" etmenin ne olduğunu çözemiyor işte. Hatta IS ve LM'in ne olduğunu konusunda da bir fikri yok artık. Soruyorum, Granger Causality ne demek diye... "Ben bilmem, Quasi Currency Board bilir!" diye cevap veriyor.

Quasi ney?

Bu anlattığım, eğitim sistemimizin ufak bir jeneriğidir arkadaşlar. Toplumumuzun bugün içinde boğulduğu kaosun bir numaralı sorumlusuna kısa bir bakıştır. Asla amaca hizmet etmeyen, bir hedef veya odaktan yoksun, basmakalıp bireyler "yetiştiren", sorgulamayı Ezber Tanrısı'na kurban vermiş eğitim sistemimiz... Kendisine maruz bırakılan minik dimağlar gibi karmakarışık, her üç beş senede bir yönü değişen ideolojik rüzgarlarla bir o yana bir bu yana savrulmaktan tarumar olmuş eğitim sistemimiz... 

Komşunun çocuğuna Dandanakan Savaşı'nın tarihini sorduğunda 2.5 milisaniye içinde "24 Mayıs 1040!" cevabını alabilmek midir eğitim? Bilemiyorum. En son baktığımda Türk milli tedrisatının hedefleri arasında saatli maarif takvimi yetiştirmek yazmıyordu.

Yo, 1040'la küs değilim.
Selçuklu Devleti baş tacımız. Tuğrul ve Çağrı Beyler'e saygımız sonsuz. Fakat artık biraz kopsak mı diyorum Dandanakan'dan, Horasan'dan? Namibya'da hala neden Almanca konuşulduğunu araştırsak mesela... ABD'nin Afganistan'da ne işi vardı, onu bir öğrensek. Ruanda'daki iç savaşın sebeplerini değerlendirsek. Aztek Medeniyeti'ni, Maya Uygarlığı'nı kimler ne için yok etti, biri gösterse. Görsek.

Maalesef.
Bakar-kör yetişiyoruz.
Bir kukla oyunu bizim eğitim sistemimiz; perde arkasını merak bile etmiyoruz. Dandanakan'dan girip Granger'dan çıkıyoruz ama pek azımız diplomaya bir kağıt parçasından öte anlamlar yükleyebiliyor.

Ezberliyoruz.
Hala ezberliyoruz.
Çünkü bakkalların bile internetten sipariş topladığı şu bilgi çağında bütün detaylar bir imlecin ucundayken bile ezber dayatılıyor bize. Hatta ana okulundan yüksek lisansa kadar tüm kurumlara bulaşan İngilizce virüsü yüzünden bir de yabancı dilde ezberlemek zorunda bırakılıyoruz ki "öğrendiklerimizin" hiçbir boka yaramayacağı kesinleşmiş olsun.

Rastgele Erişimli Hafıza (alışık olduğumuz adıyla RAM) ile Sabit Sürücü (Anadolu lehçesinde hard tiks :p) arasındaki farka benziyor bu durum. Aslolan veriyi sabit sürücüye kaydetmek iken bizdeki ezber sistemi RAM'e yazıp duruyor bilgileri. 

Ah o kahrolası bilişim kanunları yok mu! RAM dediğimiz hafıza uçucu olduğundan bilgisayarı kapatıp açtığımızda bir de bakıyoruz ki bütün bilgiler puf! Tıpkı yıllar sonra bir kağıt parçasına bakıp "lan ben niye hiçbir şey hatırlamıyorum?" demek gibi; ne şift eden eğriler kalmış, ne Gazneliler.

Öyle ya...
Kalıcı depolama, gencecik beyinleri saçma salak detaylarla uyuşturarak sağlanamaz ki. Büyük resmi muhakeme yeteneği örselenmiş bireylerle sağlıklı bir toplum oluşturulabilir mi? 
Çevrelerinde yalpalayıp duran bu sarhoş dünyada gerçekten nelerin olup bittiğini bilmeli çocuklar. Neler olduğunu (ve neden olduğunu) öğrenmeliler ki ileride olabilecekleri hesaplasınlar. Akıl çarkları işlemeli ki ışıldasınlar.

Oysa biz köhnemişiz arkadaşlar, dökülüyoruz. 
Karanlık bir sona doğru yürüyoruz.
Ufka bir ışık tutsak göreceğiz; yıkımın eşiğindeyiz.
Son sac ayağımız şu an yetişmekte olan nesil.
Ve onları yetiştirecek olan bizleriz.

Bu yüzden arkadaşlar, bu neslin üzerine titreyin.
Bu neslin sabit sürücülerine doğru bilgiyi dokuyacak öğretmenlerin kıymetini bilin.
Kol kanat gerin onlara, yanlarında durun.
Onların destekçisi, gerekirse hizmetçisi olun.

Yoksa milli hafızamızla bizler yok olup gideceğiz, günden güne ufalana eriye.
Ve Merv ile Serah arasındaki bir çorak ovanın kuru kavruk otları kalacak geriye...

(şiir gibi bitirmesem çatlarım, evet ;))

28 Ekim 2014 Salı

Gitmeniz lazım

Gitmeniz lazım, evet.
Yalnız sorun şu ki, gidemiyorsunuz.
Gitmek yerine kızıyorsunuz;
İçinde bulunduğunuz bu bataklığa, sizi boğan bu kasvetli havaya lanet okuyorsunuz,
Her şeyin en iyisine layık birine reva görülen bu bozuk düzene sövüyorsunuz.
Kahramanca.
Evet, yapabildiğiniz bu.

Halbuki ne bacağınıza pranga vuran var ne de elinizden tutup "gitme kal" diyen.
Yine de buradasınız;
Gitmiyorsunuz.

Bu pislik için fazla iyisiniz, değil mi?
Bu çürümüş toplumun insanlığa, uygarlığa ne katkısı olmuş ki?
Oysa siz her gün çevreniz için bir değer üretmek çabasındasınız;
İzin verseler ölüme bile çare bulacaksınız.
Ne var ki yozlaşmış her şey, size rağmen.
Ve yozlaşmış onca şeye rağmen, hala çırpınıyorsunuz,
Fayda etmiyor.
Buraya ait değilsiniz; gitmelisiniz.
Duruyorsunuz.

Belki sorun sizde,
Sizi burada istemiyorlar belki de.
O kadar değerlisiniz ki kimse anlamıyor değerinizi.
Belki gittiğiniz yerde bulursunuz ederinizi,
Niye duruyorsunuz?

Belki de sorun sizsiniz,
Siz yüz çevirmeyi seçtiniz;
O kadar yüksekten bakıyorsunuz ki, göremiyorsunuz.
Ufacık bu insanlar.
Karanlık bu topraklar.
Hala bekliyorsunuz.




22 Ekim 2014 Çarşamba

Olips Ambalajındaki Şifreli Oyungezer Mesajı!

OGZ forumlarında bir kullanıcının tespit ettiği, fakat bir türlü sırrına vakıf olamadığı gizli Olips mesajını bugün burada açıklığa kavuşturuyoruz ey ahali!

Söz konusu mesaj şu şekilde:














Çözümü ise biraz maharet, biraz da bendeki gibi üstün zeka gerektiriyor!

Şöyle ki...

OGZ'den hemen sonra gelen "O" sembolünü mor ötesi ışına tuttuğumuzda görüyoruz ki aslında bu bir kovboy resmi. Daha doğrusu, yalnızca yüzü.












Yüz, hepimizin bildiği üzere eş anlamlı bir sözcüktür. Sima anlamına gelebildiği gibi matematikteki 100 sayısına da işaret eder.

Sonrasında gelen 141532 sayılarını topladığımızda ise;
1+4+1+5+3+2 = 16 rakamını buluyoruz.

100-16=84 olduğuna göre Olips ambalajındaki "gizli meşaz" Oyungezer'in son (84.) sayısına işaret etmektedir.
Buradan hareketle anlaşılmaktadır ki bu ay Olips yeyip de Oyungezer almayanları 08/04/2016 günü feci bir son beklemektedir!

Ayağınızı denk alın ey Olips sevenler.
Goyun is watching you!

P.S.1 Aslında bu mıh-teş-şem tespiti Oyungezer forumlarında paylaşmıştım ama amelenin biri silmiş. Bloga kısmetmiş :) 
P.S.2 Arası olanlar MHP yönetimine haber salarsa sevinirim. Devlet Bahçeli tarafından bir baş danışmanlık daveti bekliyorum açıkçası.

10 Ekim 2014 Cuma

Voyage of my Life

Misler gibi ana dilim dururken İngilizce başlık atmam saçma aslında. Lakin bu yakınlarda öyle bir deniz seyahati yaptım ki, dostlar başına! Bu seyahate ev sahipliği yapan teknenin adı da "Life" olunca başlık bir nevi kaçınılmaz oldu.

Akşamına fırtına uyarısı yapılmış olsa da nasıl aydınlık, nasıl sıcacık bir Pazar sabahıydı...
Tekne kelimesi ile aynı cümle içinde telaffuz edilmesi bile felaket demek olan minik oğlumuz Mert'i halasına satıp 3 Yanık çıkmıştık güverteye: Ben, Eda ve daha önce defalarca denize açıldığı için artık Life'ın kıdemli tayfası sayılabilecek aslan parçamız Ömer Kağan...
Ömka'nın "sözlüsü" Damla ve müstakbel dünürlerimiz Müjde ile Işık her zamanki konukseverlikleri ile karşıladılar bizi. Işık'ın abisi Güneş ve onun oğlu Ege'yi de sayınca 8 kişilik mürettebat demir almaya ve şehrin kuru toprağını arkamızda bırakmaya hazırdık artık. Adeta İstanbul'un mendebur yüzünü gizlemek istercesine sahile set gibi çekilmiş o beton yığınlarına sırtımızı döndük ve "Vira Marmara!" dedik. Kendimizi Adalar'ın ardına atmamız uzun sürmedi.

Yeşil ve mavi baş başa kalma fırsatını bulduklarında ne de güzel anlaşıyorlar... Deniz billur, hava ılıman, keyifler süt liman; eşine az rastlanır bir huzur tablosu. Yüreklerimizde lotodan büyük ikramiye tutturmuş Küçük Emrah coşkusu...



Evet, pek mutluyuz... birimiz hariç! Hayret, Eda'ya tekne dokunmazdı ki böyle? Daha demir atacağımız yere varamadan iki poşeti doldurdu kızcağız. Şaşırdım tabi. Balıkları deniz tutar, Eda'yı tutmaz, ben böyle bilirim.

Balık demişken... Avcılık konusunda bana meydan okuyup her seferinde ağır madara olan Işık Kaptan artık yenilmeye doymuş pehlivan misali günün yegane aktivitesini yüzme olarak belirlemiş. Tabi, akıllı adam. Bizim çocuklar da Allah için denizin hakkını verdi! Tekneden kaç kez atladılar, o gün kaç yüz kulaç attılar, saymanın imkanı mümkünatı yok.

Tabi deniz iştah açıyor bir yandan. Baş döndürücü kokular da tütmeye başladı mı mutfaktan? Nefis köfteler arz-ı endam eder etmez misyoner avlamış yamyamlar gibi yumulduk üzerlerine! O yarım saatin fonuna tamtam sesleri iyi giderdi diyim, siz anlayın :)

Fakat hızımız kesildi mi?
Nayır.
Daha fazla yimek!

Balık tutma alternatifini gündeme getirip bir kez daha azametime şahit olmayı maçası kesmeyen Işık'ın imdadına abisi yetişti. Mürettebatta profesyonel dalgıç olmasının nimetleri işte; 2 kova dolusu midye topladık. Geçtik teknenin burnuna, aldık elimize bıçakları, bir güzel ayıkladık. Ben ilk başta abi-kardeşe ayak uyduramadım tabi, adamlar deneyimli. Eda desen o da mutfakta kıdemli. İlk midyemi açıp temizlemem yaklaşık 5 dakika sürdü. Sonraki 1 dakika... Derken dakikada 3-4! Benim bir anda taze manikürlü Cadde kızından elleri nasırlı Sarıyer balıkçısına dönüşmem ahalide bir nebze şaşkınlık uyandırmadı değil. E Karadeniz uşağıyız olm, şaşacak ne var, olacak o kadar!

Neyse efendim, kızgın yağda bir güzel kızarttık biz bu midyeleri. Ne un var, ne tarator, n'aparsın tekne hali. Fakat bu sadeliğiyle bile bir çerez kıvamı, bir lezzet pınarı ki vatandaş, parmaklarını yersin! Ee, taze taze çıkarmışız denizden, Umut Usta'nın pıçağı değmiş bi kere, tatsız olacak hali yok ya...

Biz böyle afiyet ve muhabbet halindeyken hafiften bir rüzgar çıktı. Derken göç eden leylekler geçmeye başladı üzerimizden... Kendilerini hava akımlarına bırakıp kah spiraller halinde göğe yükselen, kah bir şarkının notalarıymışcasına kusursuz bir armoniyle süzülen binlercesi! Belki de günün en güzel anı bu zarafeti seyretmek, bu zarif yaratıkların mucizevi dansına şahitlik etmekti. Onlar adaların ardında kaybolurken rüzgar da sevimsizleşti biraz. Deniz "müsadenizle ben biraz dalgalanıyorum agalar" dedi. Eda da "yar bana bir poşet!" diye yerinden kalkınca misafirliğin kısası makbuldür diye düşünüp demir almaya karar verdik.

Hayat, arkadaşlar. Bir bakıma tatsız bir yolculuk, değil mi? Tüm gücünüzle ileri doğru koşarken değil belki, ama yorgun adımlarla geri dönerken... Life'ın dönüş yolculuğu da tam olarak böyle oldu işte. Batı ufku bir anda karardı; koyu laciverte çalan bulutlar "oraya gelirsem ağzınızı burnunuzu ıslatırım" dercesine tehditkar, kuruldu gökyüzüne. Rüzgar da hızını bir iki vites arttırınca deniz hepten kabardı; haliyle Life dalgaların üzerinde fındık kabuğu misali çaresiz çırpınır oldu. Mürettebatta benzi birkaç ton atanlar olsa da halen asayiş berkemal sayılır. Hele bende bir keyif ki sormayın.

Tam benim havam. Teknenin burnuna konuşlanacağım. Pruvada patlayan dalgaların serpintisi yağacak üzerime. Rüzgar bir pastanın kremasını ayırır gibi deniz yüzeyinden damlacıklar kaldırıp savuracak yüzüme. Suskun kalmaktan sıkılmış doğa yükseltecek sesini ve bastıracak motor gürültüsünü!... diye aşka geldiğim sırada fark ettim ki motorun gürültüsü gerçekten kesilmiş.

Durduk resmen.
Kalamış açıklarında, Kınalı'nın sırtındayız ve hareket etmiyoruz.

"N'oldu Kaptan? Platin meme yaptı herhal" diye takıldım Işık'a. Lakin durum ciddi galiba. Bir daha yükleniyor, zorluyor, dinlendirip tekrar deniyor. I-ıh; münasebetsiz motor arada bir çalışır gibi oluyor, sonra hemen fikrini değiştiriyor. Ne kadar kalp masajı yapsak da nafile. "Hayat" durdu bir kere.

Bozulan havanın üstüne bir de motor böyle su koyverince ufaktan bir panik havası baş gösterdi teknede. Damla geldi yanıma sokuldu iyice; ağladı ağlayacak. "Yaşayacak mıyız Umut Amca, yoksa sonumuz geldi mi?" diye soruyor çaresizce, artık repliği hangi filmden kapıp getirdiyse :) Ege ağlıyor bir yandan. Abi rolünü de, serdeki erkekliği de çoktan rafa kaldırmış; can derdinde. Bir tek benim aslan oğlum sakin, yetişkinler gibi teselli ediyor herkesi, öyle itidal sahibi.

Damla'ya şöyle sıkıca bir sarılıp "Sana hiçbir şey olmasına izin vermem" dedim, artık repliği hangi filmden kapıp getirdiysem :) Tabii ki de elimiz armut toplamıyordu; yaklaşan fırtına tehlikesine biz de beyin fırtınası ile karşılık verdik. Önce sorunun kökenini tespit etmeye çalıştık ki ardından olası çözümleri değerlendirebilelim. Motor mu yandı acaba? Filtreye yosun mu yapıştı? Yoksa yakıt mı bitti? Kaptan bi daha bassan şu kontağa?

Tık yok.

Şüphelerimiz yakıtın bitmesi üzerinde yoğunlaşınca birden Işık'ın aklına jeneratör geldi. Öyle ya, onun tankında bir miktar mazot olmalıydı, kullanabilirdik. Hey yavrum Işık, Walter White mısın be!

Hemen kaldırdık emektarı getirdik, yakıt kapağını açtık. Sonra 1 litrelik pet şişeyi kesip huni haline getirdik ve teknenin yakıt depo boğaz borusuna dayadık. Gel gör ki hain jeneratörden yarım litre mazot ya çıktı, ya çıkmadı. Biraz daha damlasın diye yayık gibi salladık ama garibim daha fazla yardımcı olamadı derdimize.

"Abilerim, ablalarım, adım jeneratör, elimden gelen bu kadör."
(Farkındayım. Esprinin kalitesi de parlak fikrimizin çözüm verimliliği gibi güdük kaldı :))

Ben şakaya vuruyorum ama durumlar gergin, Işık da öyle. Baktım telsizi aldı eline. Bu tip acil durumlar için kullanılan 16. kanala geçti. Normalde bu frekansın mayday mesajları için temiz tutulması gerekir ama hamdolsun, Türkiye burası. Bu naçiz kulaklarım telsizden şöyle seslerin yükseldiğine şahitlik etti:

"İiizmail Kaptaaan! Ula ula doldurmuşsun takayı! Akşam piize gidiyok, mezeler senden!"
"Ula başlatma gaptanundan, açul şordan! Yanaşamayrum senin yuzunden. Meze yiyeceemiş. Fuşki ye!"

Boğaz hattındaki motorcuları zaten pek severdim. Bugün daha da bir hayran kaldım.

Baktık 16. kanalda hayır yok, marinayla irtibat kuralım dedik. Tabi ya, marinanın işletmecisi Setur dünyanın aidatını toplamayı biliyor; bir çözüm üretebilmeli bu duruma. Çevirdik numarayı, çıkan görevliye verdik koordinatları, "gelin" dedik, "çekin bizi buradan".

"Bittabii efenim. Hayhay. Fekat... teknenizin boyu kaçtı acebağ?"
"10 metre."
"Oo-hoooov! 10 metrelik tekneyi çekemeyiz ki biz? Öyle bi imkanımız yok bizim."

Setur temsilcisinin bu yaklaşımı üzerine teknede homurdanmalar baş gösterdi. Lan 10 metrelik tekne nedir ki? Cücük kadar bişey. Sandal mı olmamız lazım çekebilmeleri için? Ne işe yarar bu adamlar? Zaten bu memlekette.....

Işık, muhalefetin yükselen sesine kulağını tıkayıp karşısındaki yetkiliyle uzlaşmaya çalıştı:

"Siz gelemiyorsanız gelecek birini bulun o zaman. Marina işletiyorsunuz orada, mutlaka bir acil durum planınız vardır."
"Eööem... Bi balıkçı teknesi var aslında burda. Size gönderebilirim göndermesine deee...."
"Evet?"
"Kaptan oraya gelmek için 600 TL para istirham ediyor."

Işık bir anda söndü. Gözleri ufka sabitlendi. Setur. Balıkçı. 600. Lira.

"Halouv? Ses... Hat kesildi galiba."
"ÇOLUK ÇOCUK TEKNEDEYİZ ULAN! HAVA PATLADI PATLAYACAK. İNSAN HAYATI BU! NE 600 LİRASI ŞEREFSİZLER! SİZİN BEN BALIKÇINIZI DA... TEKNENİZİ DEEE..."

Hışımla kapattı telefonu. Yine ufka kaydı gözleri. Dedim tamam, bu sinirle bize de giydirecek şimdi, yandık.
Lakin uzun zamandır üzerinde çalıştığı matematik probleminin çözüm formülünü bulmuş profesör coşkusuyla "YELKEN!" diye bağırıverdi aniden. Abisi Güneş hemen mesajı aldı ve hareketlendi. İki kardeş bir anda hummalı bir koşuşturmacaya giriştiler. Bir bakıyorum yanımdan Işık yuvarlanıyor. Ona doğru bir adım atıyorum, üstümden Güneş uçuyor. Turbo mu taktınız, nitro mu bastınız be adamlar? Güvertede bir kızılca kıyamet, ikisine de yetişemiyorum. Biri bumbayı bir taraftan diğerine çarpıyor, öbürü floku topluyor. Bense aritmetik açıdan etkisiz elemanım.

Derken Işık bir halat tutuşturuyor elime. "Asıl buna!" diyor. Yaşasın, görev! Bütün gücümle asılıyorum ama ne fayda? Yelken hiç oralı değil. Sağa çekiyoruz şişmiyor, sola çeviriyoruz tınmıyor. Bir naz ki böylesini ben Eda'da görmedim; mübarek bir türlü toplamıyor rüzgarı.

O saniye itibarı ile kendini hepten "Yaşlı Adam ve Deniz" formatına kaptırmış olan kaptanımız bu defa "O halatı bırak bunu tut!" diye haykırıyor. Elime ne verseler tutup asılıyorum. Düşünürsen, delikanlı adam için gayet sakıncalı bir tutum :Pp

Onca enerji, onca emek, hangi ara kire pasa bulandığını bilmediğim t-shirtler, ter damlayan kirpikler... Sonuç: Burnumuzu Kalamış tarafına doğru çevirebildik. Lakin bir milim ilerleyebildik mi?

Yok.
Olmayacak.

Çöktük yerlerimize. Benim aklıma "Suya atlasak, arkadan bikaç kulaç ittirip vurdurmayı denesek?" şeklinde mucizevi bir espri geldi fakat nedense yapmaktan vazgeçtim. Zamanlama açısından bu pek iyi bir fikir değilmiş gibi geldi bana. Onun yerine tekrar marinayı arayıp 600 TL'ye tav olmayı önerdim. Işık'ın yoğun protestolarına rağmen oy birliğiyle çevirdik numarayı fakat biz istemeyince balıkçı teknesini başka birinin yardımına yönlendirmişler.

Işık gelip geçen şehir hatları vapurlarından yardım istemek için korna çalmaya başladı. Dönüp bakan yok. En son gözüne kestirdiği büyükçe bir tekneye korna çalacak oldu. Ses çıkmadı. Trende uyup arıza yaptı meret! Korna bile paydos edince kahraman kaptanımızın omuzları düştü. Sürüklenmeyelim diye demir attık. Çareler tükenmek üzere...

...mi acaba?

Teknede iki kadın olduğunu unutmayalım arkadaşlar! Kadın varsa çare tükenmez. Kriz yönetimi konusunda biz erkekleri suya götürür, susuz getirirler. Bu kadar net.

Eda ile Müjde baktılar biz debelenip duruyoruz, çözüm falan da üretebildiğimiz yok, inisiyatifi ele aldılar. Bir telefon trafiği ki Turkcell'in santralinde benzeri bulunmaz! Öncelikle gönüllü olarak arama kurtarma faaliyetleri yürüten Dak / Sar isimli oluşumla irtibat kuruldu, koordinatlarımız aktarıldı. Ardından biraz internet araştırması yapılıp iki birimin daha numarasına ulaşıldı: Sahil Güvenlik ve Kıyı Emniyet (bu ikisinin anlamı aynı olmasına rağmen ayrı iki birim olarak çalışması ilginçtir). Telefonun biri kapanıyor, öbürü açılıyor. Enlemler boylamlar havada uçuşuyor. Biz erkekler andaval gibi seyrediyoruz!

5 dakika sürdü sürmedi, denizdeki her emniyet birimi teyakkuza geçti. Herkes bilfiil Life'ın peşinde. Atatürk Havalimanı'nda Justin Bieber neyse Marmara Denizi'nde biz oyuz!

Fakat bu durum da kesmedi bizim hatunların hızını. Biri tersanede çalışan yakınını arıyor, diğeri gemi motoru satan arkadaşını. Uzun yola çıkan 2. mühendis bile var portföyde. Hepsinden uzman görüşü alınıyor. Az kaldı kendi Wikipedia sayfamızı oluşturacağız.

Yeter mi? Yetmez! B Planı olarak balıkçı tekneleri ile de iletişime geçiliyor. Allah şahit, o kadar büyük bir ilgi ve dikkatle izledim, bu kadar balıkçının telefon numarasına nasıl ve hangi arada ulaşabildiler, takip edemedim. Büyükada'dan bir taka bulundu fakat fiyatı yüksek geldi (düşünün ki bu konuda bir borsa oluşmaya başlamış ve bizimkiler artık belli bir fiyat skalasına göre değerlendiriyorlar teklifleri). Bir diğeri Kınalı'daymış ama motoru bozukmuş. Beriki kendi gelemiyormuş ama bir tanıdığını yönlendirecekmiş. Life tam bir afet koordinasyon merkezine dönüşmüş durumda. Bu ikili, vaktiyle Titanic'in kaptan köşkünde yer alaydı o gemi batmazdı, na şuraya da yazıyorum.

Bunlar olup biterken benim telefonum ne güne duruyor peki? Fırsat bulsam ben de bir iki numara çevireceğim ama babam çeyrek saatte bir arayıp dakika ve skor sorduğundan bu pek mümkün olmuyor. Adamcağız da haklı; Eda kardeşime, kardeşim de babama yumurtlamış motorun son nefesini verdiğini. Meteoroloji de saatler ilerledikçe tamtam çalıyor, denizlerde fırtına alarmı diye... Babam sesleniyor hattın diğer ucundan:

"Hemen çıkın! Hemen çıkın oradan!"

Çıkalım baba, çıkalım elbette. Lakin nereye çıkalım ve daha da önemlisi NASIL çıkalım? Dolmuş değil ki kapıyı açıp kendini dışarı atasın?

Bu hengamenin ortasında bir de karanlık haber gelmesin mi Dak / Sar'dan?

"Size doğru yola çıkmıştık ama batan başka bir tekneden acil durum çağrısı alınca oraya yönelmemiz gerekti."

B... batan mı?
Batmış mı? Bildiğin batmış yani?

Damla yine hıçkırıklara boğulup sarılıyor bana: "Biliyorum bunlar son dakikalarımız. Bir daha asla güneşin doğduğunu göremeyeceğiz!". Çocuklara televizyonun kısıtlanması taraftarıyım.

Bir yandan da hepimiz daha yakından hisseder olduk tehlikeyi. Deniz bisikletiyle açılıp kaybolan gençleri, camları patlayan Bursa feribotunu, motoru yanan Kabataş vapurunu falan ertesi gün değil de o an duymuş olsak birkaçımız düşüp bayılabilirdi belki.

Neyse ki Dak / Sar arayı açmadı ve çok geçmeden yetişti bize. Life'ın havası değişti bir anda, fakat umutlanmak için henüz erken, çünkü "tekneyi Kalamış'a çekemeyiz" diyorlar, "adaya belki"... O belkinin de bize maliyeti anlıyoruz ki saat başına yalnızca ve yalnızca 130 Türk Lirası. Denize selam veren borçlu çıkıyor, öyle kapitalist bir doğa.

Işık Kaptan Dak / Sar'ın teklifine okey verecek gibi olsa da Güneş'le biz itiraz ettik bu sefer. Yok dedik, nasılsa Sahil Güvenlik de gelecek birazdan, onlar marinaya çeker tekneyi. Dak / Sar yalnızca kadınları ve çocukları alıp karaya sağ salim ulaştırsa yeterli. Biz bekleriz Life'ın başında.

Erkeklerin yüzünde nasıl vakur bir eda... Uf, birazdan İngiliz ordusuna karşı taarruza geçecek klanların başındaki Mel Gibson'ız her birimiz! Bu asaletimize pek pabuç bırakmayan Eda ve Müjde direnecek gibi oldular ama kararlı duruşumuzu görünce can yeleklerini giydiler. Biz kasım kasım kasılmaya devam. Ver abicim arkadan, son ki üç dört: Ceeed-din dedeen!...

Fakat işte o destansı manzumeyi yaşatmadı bize Dak / Sar. Kim derdi ki bu onurlu ayrılık sahnesinin soundtrack'i Benny Hill Show olacak ve başrolü de Dak / Sar zodyakındaki iki sakar çalacak? Aman Allahım! Birinin elinde telsiz, öbürünün elinde dümen, iki saatte yanaşamadılar bizim tekneye. Tamam deniz fena dalgalı, fakat siz arama kurtarmasınız kardeşim; azıcık atik, azıcık maharetli olun. Zodyak sağdan dolanıyor, olmuyor. Soldan dönüp halatı sallıyor, karavana. Bakıyorum görevli personelin her ikisi de fena halde iyi niyetli fakat ortaya koydukları sahne performans Edi ile Büdü'den öteye geçemiyor. Neredeyse "bizi boşverin a şapşallar, kendinizi kurtarın!" diye sesleneceğiz adamlara.

Adamlara değil belki ama, yeri gelmişken genç kızlarımıza seslenmek istiyorum buradan: Baywatch falan var ya, küllüm yalan. Bir gün denizde mahsur kalırsanız sakın David Hasselhoff beklemeyin!

Zodyaktaki muhteşem ikili bizdeki izlenimlerini fark etmişcesine gurur yapıp bir şekilde Life'a yanaşmayı becerdi sonunda. Teknenin bir başına bir de kıçına güç bela iki halat atmayı başarabildiler. Halatları bağladık ama ailemizi iki Susam Sokağı karakterine emanet edip etmemekte tereddüt ediyoruz. Bizim hanımlar çevik çıkıp aceleyle zodyaka atlamasa belki de vazgeçip hep beraber Sahil Güvenlik'i bekleyelim diyeceğiz.


Tam da bu sırada Işık mahcup bir tavırla "Abi sen de bin istersen. Bu bizim meselemiz, abi-kardeş hallederiz gerisini." demez mi? "Yok" dedim, "dünyada terk etmem sizi, anca beraber kanca beraber!"
(Türkçesi: "Olm deli misin, ben böyle macerayı kaçırır mıyım?")

Ben kaldım, zodyak apar topar ayrıldı. Fakat bu defa da halatlardan birini bizim teknede bıraktı. Arkalarından seslendik ama rüzgarın uğultusundan, denizin çarpıntısından duyamadılar. Tam bu sırada Sahil Güvenlik botu ulaştı olay yerine. Kaptan bizimle telsiz bağlantısını kurdu ve geçmiş olsun diledikten sonra arızanın olası sebebini sordu.

"Ehm... Valla bilemiyoruz, yakıt bitmiş olab..."
"NEA?! Mazotu kontrol etmeden denize nasıl açılırsınız?!"
"Şimdi şöyle... Bizim teknenin deposunda şamandıra olmad..."
"NASSSIL açılırsınız kardeşim mazot koymadan?! Hayret bişey!"
"Efeem izah etmeye çalış..."
"SUS! Mazotsuz hağ? Aklım almıyor. NA-SIL?"

Sahil Güvenlik Kaptanı bir süre böyle atarlanıp hırsını tükettikten sonra yalnızca yolcuları alabileceğini, ama Life'ı çekemeyeceğini söyledi. Gerçekten "hayat" bazen çekilmez oluyor.

İyi de kardeşim, kim çekecek bu tekneyi? Deniz kızlarına haber mi salalım? Kaaveden yunus mu toplayalım? Tabi böyle diyemedik kaptana. Onun yerine, "hiç değilse Dak / Sar botundaki yolcularımızı sizin tekneye aktaramaz mısınız? Endişeliyiz, arkadaşlar acemi görünüyor. Kalamış'a varmadan alabora olurlar falan?..." diye ricacı olduk.

Neyse ki kaptan buna ılımlı yaklaştı. Dak / Sar'ın zodyakına haber salındı. İki kafadar bu defa da Sahil Güvenlik teknesine yanaşabilmek için cansiperane bir mücadeleye koyuldular. Fakat sonuç yine hüsran. Ne kadar debelenseler de başaramadılar. Sonunda olay yerindeki her üç teknenin mürettebatı da durumdan umudu kesince zodyak döndü, burnunu Kalamış'a verdi ve tam gaz uzaklaştı. Bize de Dak / Sar cengaverlerinin en azından marinaya vardıklarında iskeleye yanaşabileceklerini umut etmek kaldı. Zodyak, kabaran dalgaların üzerinden bir yavru ceylan estetiğiyle yüze seke gözden kayboldu. Bir süre bakakaldık ardından.

Ve sonra... paralel boyuta geçtik! Dişi unsurlardan arındırılmış her ortamda olduğu gibi Life güvertesinde de biz erkekler kabuk değiştirdik. Kadınlar bilmez tabi, Androjen Evren'in fizik kanunları farklıdır. Tepkime süreleri kısalır, tepkinin şiddet katsayısı yükselir, hatta tepkinin oluşması için herhangi bir etkiye ihtiyaç duyulmadığı zamanlar olur. Vücut kimyası mutasyon geçirir; beden dili sertleşir, ses yükselir ve çatallaşır. Bildiğimiz haliyle gramer metamorfoza uğrar; öyle ki küfürlü kelimeler cümle yapısı içinde adeta bir belgisiz zamir, bir sıfat tamlaması kadar nadide parçalar haline geliverirler. Bir duygu veya düşüncenin, tırnak içinde aktarılır gibi başına ve sonuna amk eklenerek ifade edildiğini görebilirsiniz. Marmara Deniz Piyade Tugayı'na hoş geldiniz.

Biz böyle "çarpma kodumun dalgası, iki dakka çarpma!" ya da "lan martı, sigigit başka yerde uç!" şeklinde mutlu mesut takılırken Kıyı Emniyet'in kurtarma teknesi arz-ı endam etti. Şimdi burada bir 9 Eylül coşkusu, bir damat halayı atmosferi bekliyorsunuz değil mi? Bunun yerine "Nerde kaldınız eşşolueşşekler" diye söylenerek karşıladık kurtarıcılarımızı. Suratlar asık. Sinirler tepede. Neredeyse kovacağız adamları. İşte bunlar hep Androjen Evren.

Kısa bir telsiz bağlantısının ardından bize atılan halatla iki tekne kenetlendi ve Kıyı Emniyet'in kaptanı demir almamız talimatını verdi. Lakin dalgası akıntısı derken çapa teknenin altından kıç tarafına doğru sürüklenmiş. Çekiyoruz, takılıyor. Kıyı Emniyet'in de yardımıyla teknenin burnunu düzeltip bir daha davranıyoruz. Bu defa da zincir makaraya tam oturmuyor.

"Lan çek çek gelmiyor bu, kaç metre saldın soktumun çapasını?"
"Harala gürele derken bi 30 metre kadar gitmiş abi."
"Ohh-tuz metre mi! Cebelitarık'a kadar salaydın?"

Kıyı Emniyet görevlileri baktılar ki biz demir almakta muvaffak olacak gibi değiliz, karşıdan "çapayı kesin" işareti yapmaya başladılar. Fakat bilmiyorlar ki çapamız onurumuzdur, onsuz asla ayrılmayız! Asılın yiğitler! Koman gaziler!

Bitmek bilmiyor çapanın dönüş yolculuğu. Karşıdan ısrarla gelen "kes kopar" talimatına birimiz "biraz daha sabır" talep eden el işaretleriyle cevap verirken bir diğerimiz "iki dakka bekleyin lağn!" diye haykırarak mesajı pekiştiriyor.

Neyse ki son derece sabırlı ve anlayışlı bir mürettebat var Kıyı Emniyet güvertesinde. On dakikalık ağır eforun ardından sağlama almayı başardık "onurumuzu". Hava iyiden iyiye bozmaya başlarken kurtarma teknesi nihayet "tam yol ileri" dedi; halat gerildi. Öncümüz hareket etti ve biz de kuzu gibi takıldık peşine.

Kıyı Emniyet'in rotasında süzüldüğümüz sırada fark ettik ki harala gürele derken Kınalı'ya doğru sürüklenmişiz biz. Arıza esnasında dalgalar Life'ı bir hayli geriye taşımış. Motorun durduğu noktaya varmamız yaklaşık yarım saat sürdü. Demek yardım gelmese, biz de demir atmış olmasak sürüklene sürüklene Burgaz'ı da geçip Heybeli'de falan karaya vuracağız :)

Tehlike yatışıp tansiyon düştükçe bizdeki gerilim yerini böyle şakalaşmaya bıraktı işte. Hatta ben bir ara abartıp "Abi bizde bugünkü makus talih varken şimdi bir de halat kopsa hiç şaşırmam. Hatta dur dur, ister misin Kıyı Emniyet de motor yaksın?"

Huahuhahaa!

İlahi Umut. Koskoca Kıyı Emniyet. Bunların motorları takviyeli. Kondansatörü, kompansatörü, jeneratörü. Artık bu da arıza yaparsa elinin körü.

Süzülmeye devam ettik. Bir ara gözlerimi fırtına bulutlarının kapladığı ufka dikmiş, donuna kadar ıslansa da gemisini terk etmeyen kaptan tribinin tadını çıkarırken Işık ve Güneş'in kahkahalarını duydum. Ardından Güneş seslendi: "Umut! Olm valla da stop etti Kıyı Emniyet'in teknesi! Motor yanmış, şimdi telsizden haber verdiler."

Huahuhahaa!

Şaka!
Şaka di mi lan?
Ş... şaka diil mi?

Değil. Valla da bozuldu. Cidden bozuldu. Resmen ve hatta alenen bozuldu.
Demek "motor patlasa" yerine "girdap çıksa" diyeydim şu an helvamızı yiyordunuz arkadaşlar.

E n'olcek?
Başka bir Kıyı Emniyet teknesi gelip bizim halatı devralacakmış. Önce bizi selamete kavuşturacak, sonra da dönüp kendi arkadaşlarını kurtaracaklarmış. Biz bu gidişle denizde çalışır tekne bırakmayacağız. Öyle böyle değil, dokunanın elinde kalıyoruz! Yan baktığımız batıyor, selam verdiğimiz motor yakıyor. Bir de karanlık büsbütün bastırıp yağmur da şiddetlendi mi? Rüzgar şiddetini arttırdı, hava utanmasa ayaza çalacak. Ulan o trafik ışığındaki dilenciye iki bozuk parayı çok görmeyecektik!


Bereket, ikinci tekne gecikmedi. Gayet usta bir manevrayla halatı devralıp bir saat içinde çekti bizi marinaya. Ben bu süreçte şom ağzımı kapalı tutmak için insan üstü gayret gösterince kazasız belasız vardık limana! Kıyı Emniyet'in tayfasına teşekkür edecektik ama Life'ın sağlam kalan son kalesi de düşünce bunu başaramadık; şarjı bitti telsiz ünitesinin!

Marina girişinde bizi iki zodyak karşıladı. Dümendeki amcalar nasıl rahatlar; adeta çarpışan araba sürer gibi biri önden biri arkadan, elleriyle koymuşcasına yerleştirdiler tekneyi iskeledeki yerine. Dak / Sar fenomeninden sonra böylesi bir pilotaja şahitlik etmek gözlerimizi yaşarttı.

Yanaşmasına yanaştık da tekneden inebildik mi biz? Bir tahmin edin, inebildik mi?

Kıçtaki köprü nasıl olduysa beton iskelenin altına kaymış. Işık bir taraftan asılıyor halata, ben öbür taraftan bir diğerini çekiyorum. Tekneyi sağa sola oynatarak köprüyü geri çekip kaldırmaya uğraşıyoruz. Vicdansız Işık, "Umut daha kuvvetli çek!" diye seslenip duruyor. Bizde senin gibi eldiven yok kardeşim, avuçlarımız patladı burda!

Böyle böyle, baya bir ıkındık ama sonunda bu işi de devirdik. Baktım köprü önümde. Kara dört beş adım ötemde. Artık bir an önce karşıya geçip toprağı öpmek istiyorum ama bir yandan da yaşanmışlıklar var. Final Destination misali bir son saniye felaketi olur mu diye tedirginim. Şu saniyeye kadarki talihimize bakılırsa tam köprü üstündeyken aniden patlayan bir hortuma yakalanabilirim. Ya da iskeleye adımımı attığım anda denizden kopan bir Tsunami'nin altında kalabilirim. Paranoyak oldum olucam!

Cesaret, Umut!

Gözlerimi kapayıp derin bir nefes aldım ve karaya adeta plonjon yaptım! Oh be! Oh yahu! Geriye dönüp iskeleye yaslanmış bitap tekneye baktım: Geçmiş olsun Life, seyrek görüşelim.

Ve koşar adım aileme doğru ilerledim.
Life geride kalmıştı.
Önümde yeni bir hayat vardı...




11 Ağustos 2014 Pazartesi

Bir Oyun Dergisinde Yazar Olmak İçin Gerekenler

Bazen bir forum mesajında, bazen de bir okur e-postasında rastlar dururum bu soruya...

"Abi dergide yazar olmak için ne yapmam gerek?"

Selam OGZ'nin Eylül'14 baskısı için aynı soruyla iki kez daha karşılaşınca dedim dur, cevap mahiyetinde bir yol haritası hazırlayayım ben. Hani yolu izi çok bildiğimden değil, kendim de yürümeyi sevdiğimden...
O halde tut hadi elimden, adım adım birlikte ilerleyelim:

1) İlk adım, sormak. Bir oyun dergisinde (ya da herhangi bir başka mecrada) yazar olabilmek için hangi özelliklere sahip olmam gerekir? Bu özellikler bende mevcutsa doğru başvuruyu yapabilmek için hangi yöntemi izlemem gerekir?

Aslında bu yazıyı okuyor olman, cevapları aramaya başladığını (dolayısıyla o ilk adımı çoktan atmış olduğunu) gösterir. Bu adımdan sonra yola devam edip edemeyeceğin, önce cevaplarındaki samimiyete sonra da kendine duyduğun güvene bağlıdır. 

Kiminiz kendine hiç güvenmez mesela; "sorsam n'olcak, nasıl olsa reddederler" diye düşünür. Potansiyele sahip olsalar da ilk adım için yeterince kararlı veya cesaretli olmadıkları için başlamadan biter bu arkadaşların maceraları.
Kiminizde ise kusura bakmayın ama Ajdar Anık özgüveni var. Edebiyat dünyasının süper starıyım, bu dergi benden iyisini mi bulacak gibi "fazla iyimser" biçimde, adeta "nereye imza atıyorum" havasında yaklaşırlar.

I-ıh. Yanlış ikisi de.

Kendini tanıyorsan ve bu işi gerçekten istiyorsan o meşhur parolayla geçeceksin eşikten:

"Abi dergide yazar olmak için ne yapmam gerek?"

Olm sorup durmasana! Anlatıyoruz işte :Pp

2) İkinci adım, aynaya bakmak.
Oyunları sevdiğin çok açık zaten, onu geçelim.
Yazmayı seviyor musun peki? Minicik bir bilim kurgu hikaye olur, uyduruk bir şiir belki, ya da havadan sudan bir blog... Arada karalıyor musun bir şeyler?
Soruyorum çünkü bir oyun incelemesine bakıp "götüm gibi olmuş, ben daha güzelini yazarım ki" demekle o incelemeyi bizzat oturup yazmaya çalışmak arasında Himalayalar kadar fark var.
Ve eğer yazmayı gerçekten sevmiyorsan aşamazsın o dağları. Kıçın başın buz kesmeden, henüz yol yakınken geri dön.

3) Madem 2. maddeyi geçtin, öyleyse yazmayı gerçekten seviyorsun. Peki iyi yazabiliyor musunOyunu biliyor olabilirsin, hatta 36 sayfa anlatabilirsin, fakat yazdığının okunabilir olacağından emin misin?
Çıkmış çıkmamış her oyun için bugün sanal alemde sayısız bilgi kaynağı olduğuna göre insanlar o yazıyı neden özellikle senin kaleminden okumak istesinler? Onlara birkaç tıkla ulaşamayacakları bir şeyler sunabilmek göründüğü kadar basit değil.

İşte bu gerçeklik, yüksek bir sorumluluk duygusu olarak yansımalı yaptığın işe. Noktalama işaretlerinden cümle yapısına kadar özenli yazabilmen, üslubundan kelime dağarcığına kadar bir tarz sahibi olabilmen, yazının başı ile sonu arasında bir kinetik bağ kurabilmen gerekiyor.

Hem oyunla ilgili doyurucu bilgi vermek, hem de veriyi akıcı biçimde aktarabilmek önemli. Ansiklopedik bilgi yağdıracağım derken okuru boğarsın; daha ikinci paragrafta sıkılıp çeviriverir sayfayı. Edebi takılacağım derken ağır ağdalı takılıp odağı kaçırırsın, sabredip yazının sonuna varan kişi bile anlamaz oyunun neye benzediğini. Denge hassas yani. İşte "iyi yazmak" derken kast ettiğim de tam olarak bu kıvamı tutturmakla ilgili...

4) Benim en zayıf olduğum kısma geldik şimdi...
Kota ve deadline.
Şöyle düşün... Resim yapmayı çok seviyorsun ve bu konuda yeteneklisin de... Bir müşterin sana bir tablo siparişi veriyor. Biliyorsun, beklentileri bile aşacak bir iş çıkarabilirsin. Ama dur hemşehrim diyor o müşteri, tuvalin boyutu şu kadar olacak, yalnızca şu şu renkleri kullanabilirsin, yarın sabah da tablo bitmiş ve boyası kurumuş halde duvarımda asılı olmalı...

Benim sınırlarla pek aram olmadığından müşteri memnuniyetim çok düşük :( 
İnanın abartmıyorum, bazen karakter kotasını aşmış bir yazıyı kırpıp sınıra çekmeye çalışmak, yazının kendisini yazmaya harcadığım vakitten fazlasını alabiliyor!
Bunun tam tersi de söz konusu olabilir; "anlatmak istediğim her şeyi anlattım, hala 5000 karakter boşluk var" dedirtecek bir durumla da karşılaşabilirsin. Valla benim başıma hiç gelmedi ama o durum da ayrı vahim; taşıma suyla değirmen dönmeyeceği için muhtemelen zorlama bir yazı çıkacaktır ortaya.

Becerip yazı boyutunu çerçeveye sığacak biçimde ayarladığında da bitmiyor iş. Çünkü en az onun kadar önemli bir de zaman çerçevesi var uyman gereken. Benim ajandam son 1,5 senedir deadline tarihine fazla yaklaşmadan çalışmama izin vermiyor mesela, zorlanıyorum. Eğer boş vakit miktarın el veriyorsa, bugünün işini yarına bırakmayan bir karakter yapın varsa, elindeki işi vaktinde yetiştirmek için gerekirse uykudan, gerekirse sosyal (hatta profesyonel) hayattan fedakarlık yapmayı göze alıyorsan bir sonraki adıma geçebilirsin. Yoksa hiç deneme bile; hem kendine hem de talip olduğun işe zarar verirsin.

5) Yazdım kurtuldum, yok. Sabır ve özveri istiyor bu iş.
Yazının son cümlesine noktayı koyar koymaz mutlaka en başa dönüp bütün makaleyi titizlikle kontrol etmen lazım.
Gerçi Oyungezer'de bunu senin yerine yapacak, işinin ehli bir editör kadrosu var. Garip bir şekilde, yazını kırparken bile zenginleştirebilen dost uzaylılar bunlar. Tabi editörlerin böyle maharetli olması demek değildir ki dergiye "Arap sıçtı, kurtuldu" felsefesinde yazılar gönderebilirsin!
İdeal yazı, editöre en az iş çıkaran yazıdır. Editöre en az iş çıkaran yazı da imlasından bütünlüğüne bizzat senin tarafından sıkıca elden geçirilmiş yazıdır. Evet, bir nevi kendi yazının editörü olabilmenden bahsediyorum...
Şurada bir anlam düşüklüğü mü var?
Ne demek istediğim yeterince anlaşılıyor mu?
Şu kısım bayat olmuş gibi, daha renkli nasıl ifade edebilirim?
Bu soruların gereklerini yerine getirmeye niyetin (ya da sabrın) yoksa daha yarı yolda bitecektir yakıtın. Bu işe Facebook'ta durum bildirimi yapar edasıyla yaklaşamazsın. Takdir edersin ki oyundan anlayan bir hedef kitleye oyun değerlendirmesi üretmek çok daha fazla efor ve ciddiyet gerektirecektir. 

6) Yaratıcılığını kullanman çok önemli. Tabi bir şeyi gerektiği gibi kullanmak için önce o şeye gerekli miktarda sahip olmak lazım, değil mi? Özgün bir ürün ortaya koyabilecek kadar yaratıcı güce sahip olmak seni kopyala-yapıştır modellerden koruyacak ve diğerlerinden farklı kılacaktır.

Tam da bu noktada bir parantez açıp şu nesnellik-öznellik çatışmasına değinmek istiyorum... Bence başarılı bir inceleme asla ve asla tarafsız olamaz. Metacritic'deki ortalama nota herkes senin gibi kolaylıkla erişebilir. Senin onlara kişisel görüşlerini ve bunların dayanaklarını anlatman gerekir. "Kişisel" olan da doğası gereği nesnel olamaz. Nokta.

Dönelim yaratıcılık mevzusuna...

Doğru resimler seçmen ve ilginç kutucuklar düşünebilmen gerekiyor, yoksa dümdüz anlatıp geçeyim dersen kuru kayısıya dönecektir yazın. Oyunun özgün bir tarafını ya da ilginç bir özelliğini ön plana çıkaran resimler belirlemen ve bunlar için faydalı bilgi ya da saptama içeren alt yazılar eklemen lazım. Bir Oyungezer incelemesinde tutup da giriş ekranının resmini seçip altına da "evet arkadaşlar, ana menümüz bu şekilde" yazarsan bizzat Serpil sana eşlik edip "biz sizi ararız, çıkış kapımız şu şekilde" diyecektir. 

Kutucuklarda ise oyunun can alıcı noktalarına yer verebileceğin gibi bazılarında işi şakaya vurup okuru gülümsetmeye yönelebilirsin. Kimini maddeler halinde derleyebilir, kimini birkaç  görsel veya bir satır yazıdan ibaret bırakabilirsin. Önemli olan, özgün düşünebilmen.

7) Bütün iş artistik puanlarla bitmiyor tabi. Teknik konularda hüner sergileyebilmelisin.
Oyunu kendi tarzında oynamak ile eleştirel gözle yaklaşmak ne aynı tadı veriyor, ne de aynı emeği istiyor. Kısıtlı bir sürede hem detaylı gözlem yapabilmek hem de oyun sonu içeriğine ulaşabilmek yorucu olabiliyor. Emeğe yoğunlaşınca da oyun zevkin ister istemez budanmış oluyor. Yok ben gelemem öyle uğraşa diyorsan da bir şansın var aslında; oyunu doğru düzgün oynamadan da incelemesini yazabileceğin (!) bazı dergiler dolaşıyormuş piyasada. Hedefin Oyungezer'se geçmiş olsun tabi.

Teknik gereksinimler yalnızca oyun deneyimiyle ilgili değil elbette. Tercihen iyi derecede İngilizce bilmen lazım mesela. Oyunun künyesi için gerekli olan detay bilgileri toplamak da senin işin, sistem gereksinimleri ile ilgili bir okur sorusunu cevaplamak da... Dolayısı ile yabancı dildeki sitelerde madencilik yapman gerekebilir sık sık. Bu aynı zamanda incelediğin oyunla ilgili farklı görüşlerden beslenebilmek açısından da önemli. Yabancı bir oyun forumunda insanlar en çok neden şikayet etmiş? Oyunun çakılıp durmasına sebep olan o bug için yama ne zaman çıkıyor? Yapımcının görüşleri ve sıradaki projeleri neler? Özellikle ön inceleme ya da bir dosya konusu hazırlarken bu gibi soru işaretleri çoğalacak ve yabancı kaldığın noktalara ışık tutmak için yabancı dile ihtiyaç duyacaksın.

Dilin yanında bir de bazı programlar olacak kullanman gereken. Örneğin oyun esnasında arka planda Fraps açık olacak ki yer yer ekran görüntüsü alabilesin. Bu görüntülerden incelemende kullanmak istediklerin üzerinde oynama yapman gerekebilir, bunun için de basit bir fotoğraf yazılımına ihtiyacın olacak. Bu ve benzeri programlara da bir yatkınlığın (tercihen deneyimin) yoksa tökezlemen kaçınılmaz.

8) Teknik, taktik, zarafet, asalet, "hepsi bende" mi diyorsun?
O halde sıkı bir test sürüşü için vakit geldi demektir.
Nasıl ki damat adayları kız istemeye elinde çikolata-çiçekle gidiyor, sen de yazarlığa başvuracaksan kapıyı elinde somut bir örnekle çalmalısın.

Mesela ben yolun başında bir Need for Speed incelemesi yazıp linkini Serpil'e göndermiştim (söz konusu incelemeyi de yine bu blogda http://bit.ly/nfs_umut adresinde bulabilirsin).
Eğer gerçekten aranan özelliklerin hepsi sende mevcutsa (ve eğer derginin o an için yeni bir yazara ihtiyacı varsa) yazı işleri müdürü adeta "bir yetenek avcısı edasıyla" kartını uzatır sana. Şan ve şöhrete uzanan yolun altın varaklı kapıları da ardına kadar açılmış olur böylece.

9) Hah! Tam bundan bahsedecektim ben de :)
Altın varakmış, elmas işlemeymiş, yok efendim şanmış, vay beyim şöhretmiş... 

Yok öyle şeyler.

Üzgünüm, valla yok.

Öncelikle şunu kabul etmen lazım: Bu iş pek karın doyuran cinsten değil.
Özellikle "serbest yazar" statüsündeysen ancak harçlık mahiyetinde bir telif alabilirsin. Bunu bir geçim kaynağı haline dönüştürmen için derginin "kadrolu elemanı" haline gelmen lazım. 

Hedefin bu ise iş yerinde tam zamanlı bulunman gerekeceğinden derginin merkez ofisinin yer aldığı şehirde ikamet ediyor olman şart. Ayrıca esnek çalışma saatlerine uyum gösterebilmeli, özellikle ayın son haftasında son düzlüğe girmiş yarış atı gibi sprint atacak kondisyona sahip olmalısın. 

Bu durumda bile -her nasılsa- oyuncuların gözünde yerleşmiş olan "bir eli yağda, bir eli balda" imajını doğrular nitelikte bir gelirin olmayacak, olamayacak. Evet, belki "oyun oynayıp para kazanıyonuz yea" şeklindeki yakıştırmanın hakkını vereceksin, ama bu iş maddi gelir açısından senin emeğinin hakkını verecek mi, orası tartışılır. İdealler için fedakarlık yapabilir insan, ama senin idealindeki iş bu mu gerçekten?

10) Bütün azmine, gayretine, özverine rağmen ortaya koyduğun değeri ucuz görecek, alaya alacak, hatta yere çalacak tipler çıkacaktır. İşte bu ahval ve şerait içinde dahi vazifen, yapıcısıyla yıkıcısıyla bütün eleştirileri kaldıracak seviyede psikolojik olgunluk gösterebilmektir. Vereceğin her cevap senden önce dergiyi bağlayacağı için tepkilerinde ölçülü olmak zorundasın. Ve en önemlisi, yersiz eleştiriden etkilenmeyecek kadar sarsılmaz bir motivasyona sahip olmalısın.

Özetle efenim...Yazmayı seven, yazdığı okunan, yazıyı belli bir ölçek ve zaman sınırında ele alabilen, titiz ve sabırlı çalışan, yaratıcılığını harekete geçiren, işin teknik detaylarıyla uğraşmaktan sıkılmayan, idealleri için ortaya somut efor koyan ve olumsuzluklar karşısında kolay kolay yılmayan birisiyseniz sizi deneme sürüşüne bekleriz :)

Yolunuz açık olsun!

8 Ağustos 2014 Cuma

Alacakaranlık Ltd. Şti.

"Ya sevdiğiniz işi yapın ya da yaptığınız işi sevin."
Oldu paşam.
Ne sevdiğim işi yapabiliyorum, ne de yaptığım işten zerre tat alabiliyorum, n'apıcaz?
Ferrari'yi mi satıcaz? :)

Bununla beraber, Ford oto yedek parça sektörü züğürt tesellisi kıvamında damak okşayan lezzetler de barındırmıyor değil sevgili arkadaşlar.
En eğlencelisi ise camiadaki Twilight Zone atmosferi; "akıl almaz" olaylar ve kişilerin bunlara getirdiği doğa üstü yorumlar.

Güncel bir örnek...
Bugünlerde yaz ayları için pek alışık olmadığımız derecede nasibimizi aldık ya yağmurdan, fırtınadan?
Bu konuda hafta başından beri piyasamızın duayenlerinden dinlediğim üç yorum:

1) Kuraklık ve su sıkıntısı hakkında medyada birçok haber yer aldı. Yaklaşan cumhurbaşkanlığı seçimi öncesi kan kaybetmek istemeyen Recep Tayyip Erdoğan yine hinliğini gösterdi ve kuraklık söylentisinin önünü almak için yağmur bombası attırdı. Ama kendi imajını korumak isterken doğanın dengesini bozdu. Zaten bir sürü de ağaç kesiyor pis!

2) Asıl yağmur bombasını attıran dış mihraklar. Büyük ihtimal İsrail. Hatta belki de Ekmeleddin İhsanoğlu! Maksat ortalığı sel götürsün, insanlar perişan olsun, böylece bir şehrin altyapısını ıslah edemeyen adam koskoca devlete cumhurluk mu edecek diye seçmenler şüpheye düşsün.

3) Cemaate çok fazla yüklenildiği için İstanbul'a beddua okundu, büyü yapıldı. O da değilse Allah bu olan bitenden razı gelmediği için gazabını gönderdi.

Öyle de sarsılmaz bir kararlılık var ki bu saptamaların dile getiriliş tarzında, sanki birilerinin bi tarafından uydurulmuş değil de CERN laboratuvarlarında seneler süren deney ve tahlillerin neticesi olarak sunulmuş.
Öyle net, öyle kuşkusuz.

Şimdi bi düşünün...
Eğer herkes ilkokulda öğrendiği buharlaşmayı, yoğunlaşmayı, hava katmanlarını vesaireyi yetişkinliğinde de hatırlasa ve doğa olaylarını bu bilgiler ışığında yorumlasa hayat çok sıradan olmaz mıydı?

Yani en azından ben patlardım sıkıntıdan.
Oto yedek parça sektörünün gayri safi milli hasılaya katkısı da zarar görebilirdi bundan.
Thomas Gray'in şiirinde "Where ignorance is bliss, 'tis folly to be wise" demesi boşuna değildir aslında.
Bilgisizlik, mutluluktur... en azından Ford piyasasında ;)


31 Temmuz 2014 Perşembe

Akhisar - Pendik, Gittik - Geldik


Fark ettim ki uzuuuunca bir süredir pek bi blog karalamamışım.
Peki ne yazsam dedim, aklıma yeni döndüğüm Akhisar yolculuğu ile ilgili bi seyahatname derlemek geldi. Hmm, neden olmasındı. 
O halde buyursunlar efendim... 
İşte 2014 senesi Ramazan Bayramı "tatilime" ait, dimağlara durgunluk veresi notlar:

* Canım nasılsa giden gitti, İstanbul boşaldı, alt tarafı bi Körfez dolanıcaz, hem iftar saatinde kim yola çıkar ki? Bu, yanlış düşünce. ÇOK yanlış düşünce. Bayram tatili dönemlerinde siz siz olun spontane takılmayın arkadaşlar. Hesaplı, planlı olun. Bir anda “gidek mi la?” & “he, gidek” şeklinde aşka gelip direksiyona sarılmayın. Yüreğimin götürdüğü yere gidicem deyip de son ana bıraktığınız için bilet bulamadığınız o feribot var ya? Sonunuz olur.

·         * Pendik-Yalova feribotunda geçen o 40-45 dk meğer ne değerli, ne kadar müstesna bir zaman dilimiymiş? Hereke’de 1.5 saat, İzmit’te 2 saat ve Yalova’da 1,5 saatten mütevellit toplam 5 saati trafik tanrısına kurban ettikten sonra anladım ben bunu. Arada bir de sapak şaşırıp 60 km boşa yol tepmeyi saymıyorum (ki tam 37 dakikayı da orada kül ettik).

·         * Yahu bu kadar araba İstanbul’un neresine sığıyormuş? Yol üstü dinlenme tesislerinde bile park edecek yer yok. Gecenin bi körü olmasına rağmen iki lokma köfte için en az yarım saat sıra beklemek kaçınılmaz! Öyle tıklım tıkış bi durum ki es kaza sıkışıp hacet gidermen gerekse tuvalet kuyruğunda iç çamaşırı tazeleyeceksin. Hani İstanbul’un taşı toprağı altındı kardeşim? Sanırsın şehri bir felaket vurmuş, insanlar can havliyle kendilerini dışarı atmışlar. Romero efendi, sözüm sana: Zombie apocalypse öyle olmaz, böyle olur! 

·         * Allah’tan Yalova sonrası trafiğin ateşi dindi de toplam 11 saatlik “makul” bir sürede Akhisar’a erişmiş olduk. Tabi kabul etmek lazım, bütün bir geceyi yolda geçirmek bünyeye pek iyi gelmiyor. Kapağını açtığınız yarım litrelik bir su şişesini 15 dakikada bir her iki gözünüze dayayıp “içirmek” hem uykuyu açıyor hem de kuruyan gözleri nemlendiriyor. Deneyin arkadaşlar, birebir etkili. Kaza yaparsanız kaportanız benden.

·         * Eskiden paşa gönlüm nereyi dilerse oraya park ettiğim arabam artık Akhisar’da auto non grata ilan edilmiş. Yavrum az öteye al, oğlum gelip park etçek şindi… Kardeş karşı kaldırıma çek, yükleme yapçez biz burda… Aşarı sokakta otopark var, oraya alıver bilader. İğne atsan yere düşmüyor kaldırım kenarlarında. Bu nasıl bir otomobil patlamasıdır? Belli ki son birkaç senede Akhisar’ın refah seviyesinde bi sıçrama yaşanmış, parayı bulan da ilk iş otomobile sardırmış.

·         * Yaşlanıyor muyum? Kendimi ilk defa “nerede o eski bayramlar” diye hayıflanır buldum! Hatırlıyorum, 10 sene kadar önce ben taze damatken Akhisar’a geldiğimizde şehrin bi ucundan diğerine öpmediğimiz el kalmamıştı. Amcalar, dayılar, cici anneler, baldız-bacanak, eba & ecdat, cümle taallukat, Allah ne verdiyse… Her gittiğimiz yerde “aman ikramı geri çevirmeyeyim”, "aman ayıp olmasın" dedikçe o kadar kalburbastı yemiştim ki mide fesatına çeyrek kalmıştı! Bir Allah'ın kulu da "ulan ben de bu bayram baklava yapayım, bir fark yaratayım" demez mi? Dememişti işte 10 sene önce. Peki bu sefer? Kalburbastı hala standart donanım, lakin biz bu bayram bi tek halaya gittik. Şehirdeki hanelerin geri kalanı ya tatile kaçmış, ya birbirine küsmüş, ya da bilemiyorum belki de kalburbastı yapacak malzeme bulamadığından kimseyi ağırlamaya yüzü kalmamış :Pp

·         * Çok değil birkaç sene öncesine kadar Tahir Ün Caddesi bayramlarda ana-baba günü olurdu. Şimdi aylak aylak gezinen bikaç apaçi haricinde akşama kadar kimseye rastlamak mümkün değil. Dükkan bile açan yok neredeyse, o derece. O derece derken, gölgede 40 derece! Münasebetsiz devin biri bu koskoca ovaya tepeden bir fön makinesi tutmuş gibi rüzgar bile kaynar su kıvamında esiyor. Eh, insanlar da bi bakıma haklı sokağa çıkmamakta. İki cadde yürüyeyim dedim, beş dakika içinde tişörtüm maddenin sıvı haline geçip tenimle bütünleşiverdi. Gezmek benim neyime? Pustum, döndüm eve geri.

·         * Akhisar halkında “finders, keepers” felsefesi hakimmiş abi, bunu yeni keşfettim. Bizim Mert sağ olsun eline ne geçirirse anneannesinin balkonundan aşağı salladığı için sokakta hatırı sayılır bir ganimet birikti. Oyuncak, terlik, kaşık, süpürge, yarım karpuz (!), aklına ne gelirse... İki tezgah çatıp bimilyoncu açsan gideri var. Aşağıdan geçenler de “yahu bu nereden geldi, kim düşürdü” diye bakmadan bulduğunu cepliyor. Harçlık toplamaya gelen bir Ramazan davulcusu gözümün önünde oyuncak kamyonu kaptığı gibi uzadı. Balkondan “hüop kardeşim, bizim çocuğun o!” diye seslensem de tınmadı. Milletin peçeteye sarıp camdan attığı harçlıklar kesmedi demek ki şerefsizi, el kadar yavrunun oyuncağına niyetleniyor! Sonra bi dedeyle nine yürüyodu tin tin, yerde bizim yumurcağın balkondan salladığı ahşap oyuncağı buldular. Bıraktırana kadar akla karayı seçtim, nasıl da inatçılar. Utanmasalar savcılıktan yazı isteyecekler oyuncağı teslim etmek için. Sanki kapış var yahu, bulanın elinde kalıyor!

* 4 top dondurma 1 TL desem? Hayır paralel bir evren keşfetmedim, Akhisar'dan bildiriyorum. Hem de şehr-i İstanbul'un krem şantiden bozma fabrikasyon ürünleri gibi değil, doğal, sağlıklı, lezzetli bir dondurmadan bahsediyorum. Şaşırmakta haklısın; ben de fiyatın gerçekliğini idrak etmekte zorlanıyorum hala. Belki de dondurmacının başına güneş geçmişti, kim bilir?

·         * İstanbul'a dönüş için neyse ki feribotta yer bulabildim. Verdiğimiz mola ve denizde geçen süre hariç hepi topu 3 saat sürdü seyahat. Gündüz yolculuğunun ferahlığı da cabası… Dönüş ile ilgili en ilginç an sanırım Balıkesir’i biraz geçe yaşandı. Hani Türk halkının muhteşem dayanışma örneklerinden biri var ya, karşı istikametten gelen araçlara ileride radar olduğunu haber vermek için selektör yakarsın. Biz de bikaç kere yaptık bu alış verişi. Yalnız son seferinde yaklaşık 200 metre kadar önümde seyreden aracın sürücüsü selektörü kendisine yaptığımı zannetti. Baktım bi frenler, bi el kol hareketleri, bi tripler bişeyler. N'oluyo demeye kalmadan sağ şeride geçip benim aracı hizaladı, basbaya bi sinir söz konusu; kıpkırmızı olmuş adam. Camı açıp selektörle olan ilişkim hakkında gayet yaratıcı küfürler savurdu. Hanımla çocuklar uyuyordu, yazık cevap veremedim. He deyip geçtim, çaresiz.

·         * Yolculuk esnasında şöyle bir sınıflandırma yaptım:
- Eğer arkanızdaki araç bir anda hızlanıp tamponunuza yapışır ve selektörle yol isterse 34 plakalıdır.
- Eğer sağdaki iki şerit boşken sol şeridi kapatıp 70 km hızla seyrediyorsa bakın plakada 16 yazar.
- Önce önünüze kırıp sinyali sonra veriyorsa plaka kesin 45’tir.
- Adeta şartlı refleks gibi vara yoğa korna çalıyorsa plakası 06 olsa gerektir.
- Bunların hiçbirini yapmayıp arabasını adam gibi kullanıyorsa ya 10'dur plakası ya da 35.

·        * İstanbul’a yaklaştıkça araç yoğunluğunun artması, binaların ve fabrikaların yükselmesi, havanın daha bir gri renge çalması fena halde moralimi bozdu. Bir de Pendik’te feribottan inerken tımarhaneye hoş geldin dercesine shuffle’da Sanitarium’un denk gelmesi?

Welcome to where time stands still
No one leaves and no one will

Yok canıım, tesadüf sadece.
(hem İstanbul'un taşı toprağı altın di mi?)
Hoşbulduk :)