23 Mart 2018 Cuma

Benim Çocuğum Basketbolcu Olacak!

Buraya uzun zamandır bişeyler karalamıyordum...
Dedim artık yazayım, yazmışken de biraz sportif takılayım. Bir basketbol yazısı olsun bu.

Tamam, aktif spor kariyerim hentbol üzerine olabilir. Ancak bugün itibarı ile sahip olduğum "basketbol velisi kariyeri" de yadsınamaz sonuçta. Bu yaşlı gözler son altı yılda 1500'den fazla antrenman izlemiş, dile kolay...

(yazar burada gizemli sensei modunda ufka dalar)

Evet, başlıyorum o zaman!
Önce iğneyi sisteme (ve sistemin biz veliler dışındaki ögelerine) batırıp çuvaldızı kendimize saklamayı düşünüyorum. Bitirirken biraz da doğruluğunu test etme fırsatı bulduğum bazı görüşlerime yer vereceğim. Hatta emsallerime bazı naçizane tavsiyelerim bile olacak. Hepsi az sonra, şu all-star tombişin hemen ardından sizlerle :)




Bir kere sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Bu ülkede sporcu yetişmesi gerçekten zor kardeşim! Basketbol özelinde konuşuyorum, sistem "ağaç yaş iken kurutulur" prensibi üzerine tasarlanmış gibi...

Öncelikle, son dönem yapılan tüm yatırımlara ve tamamlanan tüm projelere rağmen, bariz bir tesis yetersizliği var ortada. Ve memleketin hali hazırdaki salon kıtlığı yetmezmiş gibi, sporu yöneten iradenin spor aklı da maalesef biraz kıt. Bu irade sanıyor ki diplomasi, bürokrasi, gel mebusum git vekilim, düşe kalka bir şekilde ilerler işler. Oysa spor dediğin, yapısı gereği dinamik bir olgu. Yönetim anlayışındaki atalet, köhnemişlik ve ağdalı yapı maalesef sporu taşımaya yetmiyor. Örneklendirelim...

Hatırlıyor musunuz mesela, çok yakın bir geçmişte, okul spor salonlarının antrenman yapmak isteyen kulüplere kiralanmasının yasaklanması söz konusuydu. Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Emlak Genel Müdürlüğü, Maliye Bakanlığı, Okul Aile Birlikleri ve daha nicesi "Vay, olur!", "Yok efendim, olmaz!" diye kendi aralarında çekişedursunlar, bir güzel insan da çıkıp şu soruyu soramadı: "N'apsın çocuklar, sokakta mı çalışsınlar?".
Tesis bulsan, organizasyon kıt.
Okul sporları mesela, bizzat şahit olduğum durumu aktarayım:
Oğlum ilkokul dördüncü sınıftayken ilk tur maçına çıkamayan okul takımı otomatikman ilçe turnuvasından elendi. Neden maça çıkılamadı? Çünkü kimsenin maçın varlığından haberi yoktu! Okul idarelerinin başka yapacak hiçbir işleri yokmuş gibi seferber olup fikstür duyurusunun yapılacağı internet sayfasını günbegün, saat saat takip etmesi gerekiyormuş. Devlet nezdinde spor ya da eğitimle ilgili herhangi bir birimden maç fikstürü ile ilgili okullara yapılmış resmi bir tebligat, verilmiş bir ön bilgi yok. Bir anda bir program yayınlanıyor: Yakaladın, yakaladın.

Peki ya kaçırırsan?...

Bizim takım sahaya adımını bile atamadan elenince merak edip araştırdım, biraz zor da olsa ilgili siteyi buldum ve fikstüre baktım. Aman Yarabbi! Zerre abartmadan söylüyorum: Maçların yarısı, takımlardan birisi sahaya çıkmadığı için hükmen sonuçlanmış. Yaklaşık üçte birlik kısmında ise her iki takım da sahaya çıkmadıkları için el-ele elenmişler! Maçların toplamda hemen hemen yüzde yirmilik kısmı oynanabilmiş! Bakınız, beş maçın dördü oynanamamış diyorum. Gruplar dörder takımlı ama çoğu gruptan hiç maç oynamadan üst tura lider yükselen takımlar var :)

Bir örnek daha vereyim, okul sporlarının durumu ve bizim takımın makus talihi hakkındaki izleniminiz pekişsin :) Geçen sene... İlçenin gönderdiği talimatnameye göre 01.09.2006 sonrası ve 2007 doğumlu sporcular basketbol minik erkekler kategorisi okul maçlarında oynayabiliyorlar. Okullar da buna göre lisans çıkartıyor; 4 ve 5. sınıflardaki öğrencilerden takımlar oluşturuluyor. Bu lisanslarla ilk tur maçları oynanıyor, bizim takım farklı kazanıp tur atlıyor. Bir üst turda rakip sahaya çıkmıyor: Ver elini final! 

(koskoca Kadıköy ilçesinde 10 yaş seviyesinde sahaya çıkan o kadar az okul takımı var ki hepi topu 2 maçla finale yükselmek mümkün :))

Fakat oynayabiliyor muyuz o finali? Elbette hayır. Okullardan bazıları çıkıp diyor ki:
"Bir dakika sayın ilçe müdürüm, bu turnuva ilkokullar için değil miydi? Rakibimizin kadrosunda 5. sınıf öğrencileri de var? Bunlar resmen ortaokul! İstirham ederim."
Tamam da talimatnamede ilkokul-ortaokul diye bir ayrım yok ki; sonuçta 60 aylıkken okula başlayıp bu sene 5. sınıfta okuyan sporcular var. Kategoriler öğrencinin okuduğu sınıfa göre değil, fiziksel yaşına göre oluşturulmuyor mu?

İlçe diyor ki "Hayır. İtiraz edenler haklı! Sizinkiler resmen ortaokul öğrencisi. Bunları ilkokul takımında oynatamazsınız. Ama yaşları tutmadığı için ortaokul takımında da oynatamazsınız!"

Bir sene de oynamayıversinler canım, iki şut eksik attılar diye boyları mı kısalır? :))
(gülelim ağlanacak halimize)

Şimdi bu durumun müsebbibi olarak ister il / ilçe milli eğitim birimlerini gösterin, ister okul yönetimlerini suçlayın... Organizasyon bazında inanılmaz bir çuvallama söz konusu değil mi? Çıkıp okul formasının heyecanını yaşamak isteyen çocukların buna hakları yok mu?
Sistem, yok diyor.

Hadi diyelim bunların hiçbiri ile karşılaşmadık biz.
Tesisi bulduk, organizasyon da lütfetti, bir şekilde maç yapmamıza izin verdi (!)...
Peki kim çalıştıracak bu çocukları?

Asıl dar boğaz burası, çünkü gerçekten alanında bilgi ve deneyim sahibi bir eğitmene denk gelmek için biraz şansa ve sıkı bir araştırmaya ihtiyacınız var.
Bakın benim evime iki sokak ötede şiir gibi basketbol okulu kuruldu. Bense sırf oğlum adına doğru koçu buldum diye her kulüp antrenmanı için 1,5 saat trafiğe katlanıyorum. Yetmiyor, hafta sonları bireysel antrenman için kıta değiştiriyorum, kıta! 

Kabul edelim, çocuklar sporu temelde ne kadar sağlam öğrenirlerse ilerleyen yaş gruplarında bunun üzerine bina edilecek yapı o kadar sağlam olur... Bu akıl gereği, alt yaş gruplarına indikçe eğitmen kalitesinin artması (ya da en azından sabit kalması) beklenir, değil mi? 
Gelin görün ki kulüplerimiz "altyapıda kalanın canı çıksın" dercesine 11 yaş altına en tecrübesiz koçlarını görevlendirmekteler. Benim canavar çok şükür bu konuda şanslı azınlıktan, ama çocuklarımızın azımsanmayacak bir kısmı maalesef düdüğü boynuna asar asmaz Obradovic'e bağlayan hırs küplerine emanet :/




Bu tarz koçların azınlıkta olduğuna inanıyorum, ama varlar işte. Birçoğu bir an önce kendisini ispat etme telaşında ya da egosunu tatmin etme arayışında... Dertleri maalesef oyuncu yetiştirmek değil, maç üstüne maç kazanmak. Hem de öyle böyle bir kazanmak değil... Kendi takımından üç gömlek geride bir rakibi yakalayınca, mazbut bir skorla rahat rahat yenmek yerine 75-1 gibi anormal farklara koşan anlayıştan bahsediyorum. Zaten üst yaş gruplarında skor kaygısı yeterince işin içine girmeyecekmiş gibi, daha ilk senelerde bir hırs uğruna harcanıyor sportmenlik hazinesi. Kaldı ki her takımda beş parmağın beşi bir değil; nispeten az süre alan oyuncularla da rahat alınabilecek bir maç as oyuncularla hezimete çevrilince ne kalıyor elde? Ego cilası?

Yalnızca sağa dripling yapabilen oyuncular, tekniği zayıf koşkoş takımlar, savunma anlayışı bir topa üç oyuncuyla basmaktan ibaret ekipler hep bu koçların eseri. Oysa altyapı koçlarının asli görevi öncelikle bu çocuklara basketbolu sevdirmek (Fun), sonrasında ise basketbolun doğrularını öğreterek zihinsel bir hazır oluşluk (Mental) sağlamak değil midir?
(Çok popüler bir kelime oyunuydu, ben de kullanmadan duramadım ;)

Gel de anlat hadi bunu.
Baskın yaklaşım, benim anlatmak istediklerimin tam tersi:
Yemişim temel tekniği, bana sayıdan haber ver aslanım!
O top o çemberden geçsin de istersen şutu kıçınla at evladım!
Zone press yapalım, triple-team basalım, yeter ki maç kazanalım yavrucum!

(Arada bir de oyuncu kazansak?)

Azınlıkta da kalsalar spora zarar veriyor bu zihniyetteki eğitmenler. Basketbol federasyonunun küçük yaş grupları için iyi niyetle getirdiği oyun kurallarını itinayla çarpıtanlar da yine aynı kişiler. Basketbolun, özünde bire-bir mücadeleye dayalı bir spor olduğu fikrinden yola çıkıp da şu tip ucube manzaralara varabilmek gerçekten özel çaba gerektirmiyor mu?

Saçmalık 1
Saçmalık 2
Saçmalık 3

Bunca garipliğe, yığınla olumsuzluğa rağmen hadi vazgeçmedik diyelim. 
Uğraştık tesisi bulduk, organizasyon şahane, koç da taş gibi çıktı, ne mutlu :)
Bitti mi?
Veliler bitti demeden bitmez!
Yo, eskidenmiş öyle "eti senin, kemiği benim hocam" felsefesi. Bugün velilerin önemli bir kısmı, hele de çocukları az biraz eline şutuna hakim türden ise, kendilerini kulübün sahibi görüyor. Onlara göre altyapı, bir ucundan çocuğu verdiğiniz, diğer ucundan Lebron James'i aldığınız sihirli bir torna tezgahı. Çocuk üç vakte kadar MVP kıvamına gelmediyse, sorun kesin ya tezgahtadır ya operatörde!

Hiç yüzünü diğer tarafa çevirme, sevgili veli! Senden bahsediyorum (yazının girişinde bahsettiğim çuvaldız kısmına gelmiş bulunuyoruz, hazırsan devam edelim :)

Bil ki sırtındaki formayla o minik bünye yalnızca ve yalnızca bir sporcu adayı; senin içinde kalmış uktelerin damıtılma aracı değil. Ona anlayış göstermek ve zaman tanımak durumundasın. 

Şu basit gerçeği hepimizin hatırlamasında fayda var: "Aşk" ve "Hırs" için bilim insanları henüz bir şırınga icat etmediler; dolayısıyla bir çocuğa bu duyguları dışarıdan enjekte etmemiz mümkün değil. Veliler olarak bize düşen, çocuğun sporu sevmesi için gerekli zemini hazırlamak ve kendi hedeflerini belirlemesi için ona rehberlik etmek.

Bir "sporcu" yetiştirmek için gereken değerleri çocuğun karakterine ilmek ilmek işlemek hem onurlu hem de meşakkatli bir uğraştır. Bundan ötesine dair her türlü karar ancak ve ancak çocuğun kendisine (ve müsaade ederseniz koçuna!) aittir. 

Ne istiyor bedeni küçük, yüreği büyük bu insan?
Örneğin üst seviye takımlarda en az iki üç çeyrek alabilecek bir basketbolcu olmak mı var gönlünde, yoksa okul takımında ilk beş çıkıp tribündeki sınıf arkadaşlarına "crossover show" yapmak onun için yeterli mi? 
Çocuğun içinden gelen her ne ise bizim dışarıdan desteklememiz gereken şey de odur. Bizim misyonumuz, o isteğe, o hedefe uygun çalışma ortamını ve antrenman istikrarını temin edebilmektir. Daha ileri seviye bir güdümleme belki çocuğa basketbol anlamında bir şeyler katabilir, ama hiç şüphesiz basketbol yeteneğine kattığından fazlasını sporcu karakterinden götürecektir. Bazı "tatlı-sert" veliler bu gerçeğe pek kulak asmaz, ancak eninde sonunda bir noktada yüzleşmek zorunda kalırlar: Basketbol bir karakter işidir. Çocuk, kendini sahada ifade edemiyorsa bir oyun karakteri geliştiremez. Doğalın dışına taşan baskı ortamlarında gerçek potansiyelin ortaya çıkması beklenemez.

Ha, bir de bak ne var sayın veli... 
Hani canını fazlaca da sıkmak istemiyorum ama, yetkin de sorumluluğun da kendi çocuğunla sınırlı, biliyor musun? 
14 numara neden bu kadar çok top kullanıyor? 7 numara oyun kurabiliyorsa benim çocuğumun nesi eksik? Bizimki hep fırça yerken neden bütün aferinleri 77 numara alıyor? Besbelli adam kayırma var!




(Ara not: Tamam kabul, hemen her büyük kulübün altyapısında o bilindik "arıza" söz konusu. Genel sekreterin yeğeni, başkan yardımcısının oğlu falan, daha dripling yapmayı bilmeyen yavrular altyapı takımlarında antrenmana çıkabiliyor. Gerçi bana sorarsanız bu herkesten çok, kayrılan çocuğun kendisine haksızlık. Ama burada meselenin derinlerine inip konuyu dağıtmak istemiyorum)

Asıl sorun şu ki, torpilden yakınan velilerin birçoğu şikayetçi oldukları şeyin alasını kendi çocukları için talep etmekten çekinmiyor. Bakın dost acı söyler, kaş yaparken göz çıkarıyorsunuz arkadaşlar! Belli bir kulüpte oyuncu olma fırsatını ya da belli bir maçta süre alma hakkını biz velilerin zorlaması değil oyuncunun kendisinin koparıp alması gerekiyor. 
Bu da koçun inisiyatifine teslimiyet demek. Oysa şu naçiz kulaklarım kaç defa tribünden bağıran velilerden dolayı oyuncularına seslerini ulaştırmakta zorlanan koçlara şahitlik etti! Kendi takımları maç içinde seri yakaladığı sırada hakeme sövüp oyunun durmasına sebep olan veliler gördüm.  

Ya bilmediğin konuda bilene tabi olacaksın, ya da daha iyisini biliyorsan alıp kendin yetiştireceksin abicim. Az müsaade et, biraz açıl, nefes alsın.

İşte tüm bu engellere rağmen bir oyuncunun bu sistem içerisinden serpilip gelişmesini beklemek, haksızlığın ta kendisi oluyor. Çünkü gerçeğimiz acı; sistem içindeki tüm aksaklıkların tamirini sistem içindeki tek masum taraftan bekliyoruz: Çocuktan!  Daha hızlı ol, daha yüzdeli at, daha çabuk uza!!! Oysa çocuğun bu yaşta bütün enerjisini "kontrol" kavramı üzerine yoğunlaştırması lazım.

Evet, kontrol... (şimdi de yazının başında "naçizane tavsiyelerim" dediğim, ama aslında üç kuruşluk bilgimle ahkam keseceğim yere geldik. Hala benimle misiniz? :))

Türk basketbolu çok iyi şutörler de yetiştiriyor, üst sınıf savunmacılar da... Ancak takımlarımızın uluslararası boyutta sürdürülebilir başarı elde edebilmesi için "kontrol" alanındaki eksiğimizi kapatmamız şart. Çünkü bir grup oyuncuyu takım yapan en önemli unsur, o gruptaki oyuncuların kolektif kontrol becerisidir. Ve bu becerinin tohumu da erken yaşlarda ekilir.

Kontrol kavramını bileşenlerine ayırırsak sanırım ne demek istediğim daha net anlaşılabilir.

Ülkemizde maalesef pek az önem atfedilen Duygu Kontrolü ile başlayalım.
Oyuncu, duygularını kontrol edebilmek için her şeyden önce kendiyle barışık olmalı. Bilmeli ki en az top kaptıran, aynı zamanda en az top kullanandır. Risk almaktan, denemekten, hata yapıp kaybetmekten çekinmemeli. Pek klişe bir tabir olsa da şunu iyice kavramalı: Gerçek kaybeden, vazgeçendir.

Çocuklarımıza bıkmadan usanmadan bu gerçeği anlatmamız lazım. Anlatırken bir de gereksiz kıyaslardan kaçınabilirsek sonuç almamız zor olmayacaktır.
"Oğlum/kızım" diyelim, "senin yarışın kendinle." 
"Yalnızca iyi çalış ve dünkü seni geçmeye gayret et. Bir çeyrekte beş üçlük, maçın sonu değil: Havaya girmeyeceksin. Art arda iki blok yemek dünyanın sonu değil: Boyun eğmeyeceksin. Günü gelecek kahraman olacaksın, maçı gelecek koçun gözünden düşeceksin. Düşmeden ayakta kalmayı öğrenemezsin. Düşeceksin; her seferinde daha ileriye..."

(tamam, bu kadar şiirsel konuşmak zorunda değilsiniz ama anladınız ne demek istediğimi :))

Top Kontrolü sonra... Daha aşina olduğumuz bir bileşen.
Pek bilindik olmayan ise, top kontrolünün doğuştan gelen bir hüner değil, büyük ölçüde çalışmayla yerine oturan bir yetenek oluşu.
Çocuğun topla "doğal" bir ilişki kurması, onu vücudunun bir parçasıymış gibi kontrol edecek hale gelebilmesi çok emek ve çok tekrar istiyor. 
Evet, hemen tüm çocuklar parkeye adım atar atmaz o sevimli turuncu küreyi kapıp potaya sallamak isterler :) Onlara en sıkıcı gelen parmak hassasiyeti çalışmaları ise zor bir maç gününde o son topu kullanırken imdada yetişecek tek kurtarıcıdır. 
Bunu onlara anlatalım, bu tarz çalışmaları "öylesine" yapmasınlar, asla geçiştirmesinler. Çizgi film seyrederken elinde bir tenis topuyla oynamak bile top kontrolüne pozitif etki edecektir, çocuğumuz bunun bilincinde olsun.

Vücut Kontrolü de bir başka önemli bileşen, çünkü kondisyon da çabukluk da vücut kontrolüne dayalı özelliklerdir.
Boy uzaması ya da vücut dayanıklılığı büyük ölçüde miniğin iyi dinlenmesine, esneme / germe egzersizlerini ihmal etmemesine ve tabi doğru beslenmesine bağlıdır. Biz Türk tipi aileler olarak "biraz daha tablet oynasın, varsın bir saat geç yatıversin", "aman şu çikolatayı yesin de bir tarafı şişmesin" derken gelecek adına neleri feda ettiğimizi pek fark etmiyoruz. Yarım saat daha fazla uyku... Bir gofret daha az abur-cubur... Çok şeyi değiştirebilir.
Vücudu doğru şekle ve dengeye kavuşturmak için bütün o merdiven egzersizleri, adımlama alıştırmaları, line drill çalışmaları, vs. bir yere kadar etki eder. Kalanı günlük keyiflerden fedakarlık isteyecektir.

Ve son olarak, kendi tabirimle Çevre Kontrolü... Bunu söylerken arkadaş grubundan ya da sosyal çevreden bahsetmiyorum. Anlatmak istediğim, "farkındalık" olarak da bilinen saha içi bir olgu. O pası görebilmek... O topu çalabilmek...
Doğru anda, doğru mesafeden şutu kullanabilmek...
Daha cut başlangıcında hücum alanının anlık fotoğrafını çekip birkaç saniye sonra en ideal pozisyonda topu alabilmek...
Kısaca sahayı görebilmek, oyunu okuyabilmek.
Bu alanda oyuncunun gelişimi büyük ölçüde koçun ellerinde. Fakat bizim de veliler olarak yapabileceğimiz katkılar var.

Sporcunun oyun içinde etkin çevre kontrolü sağlayabilmesi ancak ve ancak dinlenik bir zihinle sahaya çıkmasıyla mümkündür. Öyleyse biz veliler de çocuğumuz için aklı ve algıyı güvene alan basit tedbirlerle işe başlayabiliriz. Bu yolda ilk hedefimiz, çağın vebası olan dijital bağımlılık olmalı.




Hayır tabii ki, teknoloji düşmanı değilim :)
Sadece sahada geçirdiği süreden daha fazlasını Whatsapp sohbetlerine kurban eden bir çocukta pek gelecek göremiyorum, hepsi bu. 

Gelin birlikte düşünelim... Günde 2 saat i-Pad bombardımanı sonucu en ücra hücresine kadar uyuşturulmuş bir beyinle sahaya çıkan bir çocuktan algı açıklığı bekleyebilir misiniz? 

Tabi topu yalnızca teknolojiye atıp kendi "didaktik saplantılarımızı" pas geçmek olmaz. Bizler de çenemizi tutamadığımız zamanlarda en az elektronik aygıtlar kadar tahripkar olabiliriz. Tribünden izleyip yetişkin gözüyle yorumlanınca "gaaayet basit" görünen işler sahaya inip de o potaya çocuk gözüyle bakınca nasıl da büyüyüp devleşiyor, bir fikriniz var mı? Maç öncesi yarım saat nutuk yağdırıp kendimizce taktik verdiğimiz (pratikte yalnızca kafasını karıştırdığımız) çocuğun maçta odaklanma sorunu yaşamasında hiç mi suçumuz yok sizce? 

10 yaşında bir oyuncu maç içinde çevresini doğru kontrol edemiyorsa, o reverse'ü yaptıktan bir saniye sonra topu kaptırıyorsa ya da bomboş arkadaşını göremiyorsa bu bir yetenek meselesi midir yalnızca? Bence öyle değil. Çocuk reverse'ü de pası da iyi öğrenmiş olabilir, ancak oyun görüşü dediğimiz şey yaşla ve çalışmayla olduğu kadar zihinsel hazır oluşla da pekişen bir değerdir. Mental açıdan hazır oyuncu, enerjisini oyun alanına daha verimli yansıtacaktır.

Büyük saygı duyduğum bir koç, "Tereddüt, şutörün en büyük rakibidir" der. Açık zihin, anahtardır. Sahaya pozitif psikolojiyle çıkan oyuncunun şut yüzdesi de artacaktır, savunma etkinliği de.

Bu saydığım öğelerin her biri yerine oturduğunda Bütünsel Kontrol sağlanacaktır.
Yukarıda değinmeye çalıştığım sürdürülebilir başarı konusundaki en önemli ayrıt da tam olarak bu bilişsel bütünlükle ilgilidir.
Bu hazır-oluş durumudur ki oyuncunun takım planı içinde bilinçli bir öğe görevi üstlenebilmesini, taktik disiplin içinde hareket edebilmesini, kolektif aklın işleyen bir parçası olabilmesini sağlar. Sahip oldukları üst seviye bireysel özelliklere rağmen takım oyunu içinde bir türlü parlamayan yetenekler yetiştiriyor olmamız bu yüzdendir.

Elbette sistemin kendi tıkanıklıkları ve spor dünyası mensuplarının müzmin duyarsızlıkları biz velileri "her koyun kendi bacağından asılır" felsefesine itiyor olabilir. Ancak, basketbolun -evet- bireysel yetenekler üzerine kurulmuş bir takım oyunu olduğunu unutmamız ve çocuklarımızdan bu alanda doğru rehberliği esirgememiz büyük hata olur. Hırs aşılamak kadar bilinç ve saygı aşılamayı da denersek eminim sonuç daha başarılı bir jenerasyon olacaktır.
Özellikle saygı mefhumunu da burada açmak isterdim ama o kadar farklı boyutları var ki (kendine saygı, takıma saygı, koça saygı, rakibe saygı...), burada zaten yeterince başınızı ağrıtmışken o topa da girmeyeyim diyorum. O zaman saygı kavramı başka bir yazının konusu olsun :)

Buraya kadar sabredip okuduysanız teşekkürler. Hele bir de anlattıklarımdan kendi adınıza bir hissecik alabildiyseniz ne mutlu bana :)
İnşallah daha iyi yetişen nesillere, daha başarılı yarınlara...