23 Mart 2018 Cuma

Benim Çocuğum Basketbolcu Olacak!

Buraya uzun zamandır bişeyler karalamıyordum...
Dedim artık yazayım, yazmışken de biraz sportif takılayım. Bir basketbol yazısı olsun bu.

Tamam, aktif spor kariyerim hentbol üzerine olabilir. Ancak bugün itibarı ile sahip olduğum "basketbol velisi kariyeri" de yadsınamaz sonuçta. Bu yaşlı gözler son altı yılda 1500'den fazla antrenman izlemiş, dile kolay...

(yazar burada gizemli sensei modunda ufka dalar)

Evet, başlıyorum o zaman!
Önce iğneyi sisteme (ve sistemin biz veliler dışındaki ögelerine) batırıp çuvaldızı kendimize saklamayı düşünüyorum. Bitirirken biraz da doğruluğunu test etme fırsatı bulduğum bazı görüşlerime yer vereceğim. Hatta emsallerime bazı naçizane tavsiyelerim bile olacak. Hepsi az sonra, şu all-star tombişin hemen ardından sizlerle :)




Bir kere sonda söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Bu ülkede sporcu yetişmesi gerçekten zor kardeşim! Basketbol özelinde konuşuyorum, sistem "ağaç yaş iken kurutulur" prensibi üzerine tasarlanmış gibi...

Öncelikle, son dönem yapılan tüm yatırımlara ve tamamlanan tüm projelere rağmen, bariz bir tesis yetersizliği var ortada. Ve memleketin hali hazırdaki salon kıtlığı yetmezmiş gibi, sporu yöneten iradenin spor aklı da maalesef biraz kıt. Bu irade sanıyor ki diplomasi, bürokrasi, gel mebusum git vekilim, düşe kalka bir şekilde ilerler işler. Oysa spor dediğin, yapısı gereği dinamik bir olgu. Yönetim anlayışındaki atalet, köhnemişlik ve ağdalı yapı maalesef sporu taşımaya yetmiyor. Örneklendirelim...

Hatırlıyor musunuz mesela, çok yakın bir geçmişte, okul spor salonlarının antrenman yapmak isteyen kulüplere kiralanmasının yasaklanması söz konusuydu. Milli Eğitim Bakanlığı, Milli Emlak Genel Müdürlüğü, Maliye Bakanlığı, Okul Aile Birlikleri ve daha nicesi "Vay, olur!", "Yok efendim, olmaz!" diye kendi aralarında çekişedursunlar, bir güzel insan da çıkıp şu soruyu soramadı: "N'apsın çocuklar, sokakta mı çalışsınlar?".
Tesis bulsan, organizasyon kıt.
Okul sporları mesela, bizzat şahit olduğum durumu aktarayım:
Oğlum ilkokul dördüncü sınıftayken ilk tur maçına çıkamayan okul takımı otomatikman ilçe turnuvasından elendi. Neden maça çıkılamadı? Çünkü kimsenin maçın varlığından haberi yoktu! Okul idarelerinin başka yapacak hiçbir işleri yokmuş gibi seferber olup fikstür duyurusunun yapılacağı internet sayfasını günbegün, saat saat takip etmesi gerekiyormuş. Devlet nezdinde spor ya da eğitimle ilgili herhangi bir birimden maç fikstürü ile ilgili okullara yapılmış resmi bir tebligat, verilmiş bir ön bilgi yok. Bir anda bir program yayınlanıyor: Yakaladın, yakaladın.

Peki ya kaçırırsan?...

Bizim takım sahaya adımını bile atamadan elenince merak edip araştırdım, biraz zor da olsa ilgili siteyi buldum ve fikstüre baktım. Aman Yarabbi! Zerre abartmadan söylüyorum: Maçların yarısı, takımlardan birisi sahaya çıkmadığı için hükmen sonuçlanmış. Yaklaşık üçte birlik kısmında ise her iki takım da sahaya çıkmadıkları için el-ele elenmişler! Maçların toplamda hemen hemen yüzde yirmilik kısmı oynanabilmiş! Bakınız, beş maçın dördü oynanamamış diyorum. Gruplar dörder takımlı ama çoğu gruptan hiç maç oynamadan üst tura lider yükselen takımlar var :)

Bir örnek daha vereyim, okul sporlarının durumu ve bizim takımın makus talihi hakkındaki izleniminiz pekişsin :) Geçen sene... İlçenin gönderdiği talimatnameye göre 01.09.2006 sonrası ve 2007 doğumlu sporcular basketbol minik erkekler kategorisi okul maçlarında oynayabiliyorlar. Okullar da buna göre lisans çıkartıyor; 4 ve 5. sınıflardaki öğrencilerden takımlar oluşturuluyor. Bu lisanslarla ilk tur maçları oynanıyor, bizim takım farklı kazanıp tur atlıyor. Bir üst turda rakip sahaya çıkmıyor: Ver elini final! 

(koskoca Kadıköy ilçesinde 10 yaş seviyesinde sahaya çıkan o kadar az okul takımı var ki hepi topu 2 maçla finale yükselmek mümkün :))

Fakat oynayabiliyor muyuz o finali? Elbette hayır. Okullardan bazıları çıkıp diyor ki:
"Bir dakika sayın ilçe müdürüm, bu turnuva ilkokullar için değil miydi? Rakibimizin kadrosunda 5. sınıf öğrencileri de var? Bunlar resmen ortaokul! İstirham ederim."
Tamam da talimatnamede ilkokul-ortaokul diye bir ayrım yok ki; sonuçta 60 aylıkken okula başlayıp bu sene 5. sınıfta okuyan sporcular var. Kategoriler öğrencinin okuduğu sınıfa göre değil, fiziksel yaşına göre oluşturulmuyor mu?

İlçe diyor ki "Hayır. İtiraz edenler haklı! Sizinkiler resmen ortaokul öğrencisi. Bunları ilkokul takımında oynatamazsınız. Ama yaşları tutmadığı için ortaokul takımında da oynatamazsınız!"

Bir sene de oynamayıversinler canım, iki şut eksik attılar diye boyları mı kısalır? :))
(gülelim ağlanacak halimize)

Şimdi bu durumun müsebbibi olarak ister il / ilçe milli eğitim birimlerini gösterin, ister okul yönetimlerini suçlayın... Organizasyon bazında inanılmaz bir çuvallama söz konusu değil mi? Çıkıp okul formasının heyecanını yaşamak isteyen çocukların buna hakları yok mu?
Sistem, yok diyor.

Hadi diyelim bunların hiçbiri ile karşılaşmadık biz.
Tesisi bulduk, organizasyon da lütfetti, bir şekilde maç yapmamıza izin verdi (!)...
Peki kim çalıştıracak bu çocukları?

Asıl dar boğaz burası, çünkü gerçekten alanında bilgi ve deneyim sahibi bir eğitmene denk gelmek için biraz şansa ve sıkı bir araştırmaya ihtiyacınız var.
Bakın benim evime iki sokak ötede şiir gibi basketbol okulu kuruldu. Bense sırf oğlum adına doğru koçu buldum diye her kulüp antrenmanı için 1,5 saat trafiğe katlanıyorum. Yetmiyor, hafta sonları bireysel antrenman için kıta değiştiriyorum, kıta! 

Kabul edelim, çocuklar sporu temelde ne kadar sağlam öğrenirlerse ilerleyen yaş gruplarında bunun üzerine bina edilecek yapı o kadar sağlam olur... Bu akıl gereği, alt yaş gruplarına indikçe eğitmen kalitesinin artması (ya da en azından sabit kalması) beklenir, değil mi? 
Gelin görün ki kulüplerimiz "altyapıda kalanın canı çıksın" dercesine 11 yaş altına en tecrübesiz koçlarını görevlendirmekteler. Benim canavar çok şükür bu konuda şanslı azınlıktan, ama çocuklarımızın azımsanmayacak bir kısmı maalesef düdüğü boynuna asar asmaz Obradovic'e bağlayan hırs küplerine emanet :/




Bu tarz koçların azınlıkta olduğuna inanıyorum, ama varlar işte. Birçoğu bir an önce kendisini ispat etme telaşında ya da egosunu tatmin etme arayışında... Dertleri maalesef oyuncu yetiştirmek değil, maç üstüne maç kazanmak. Hem de öyle böyle bir kazanmak değil... Kendi takımından üç gömlek geride bir rakibi yakalayınca, mazbut bir skorla rahat rahat yenmek yerine 75-1 gibi anormal farklara koşan anlayıştan bahsediyorum. Zaten üst yaş gruplarında skor kaygısı yeterince işin içine girmeyecekmiş gibi, daha ilk senelerde bir hırs uğruna harcanıyor sportmenlik hazinesi. Kaldı ki her takımda beş parmağın beşi bir değil; nispeten az süre alan oyuncularla da rahat alınabilecek bir maç as oyuncularla hezimete çevrilince ne kalıyor elde? Ego cilası?

Yalnızca sağa dripling yapabilen oyuncular, tekniği zayıf koşkoş takımlar, savunma anlayışı bir topa üç oyuncuyla basmaktan ibaret ekipler hep bu koçların eseri. Oysa altyapı koçlarının asli görevi öncelikle bu çocuklara basketbolu sevdirmek (Fun), sonrasında ise basketbolun doğrularını öğreterek zihinsel bir hazır oluşluk (Mental) sağlamak değil midir?
(Çok popüler bir kelime oyunuydu, ben de kullanmadan duramadım ;)

Gel de anlat hadi bunu.
Baskın yaklaşım, benim anlatmak istediklerimin tam tersi:
Yemişim temel tekniği, bana sayıdan haber ver aslanım!
O top o çemberden geçsin de istersen şutu kıçınla at evladım!
Zone press yapalım, triple-team basalım, yeter ki maç kazanalım yavrucum!

(Arada bir de oyuncu kazansak?)

Azınlıkta da kalsalar spora zarar veriyor bu zihniyetteki eğitmenler. Basketbol federasyonunun küçük yaş grupları için iyi niyetle getirdiği oyun kurallarını itinayla çarpıtanlar da yine aynı kişiler. Basketbolun, özünde bire-bir mücadeleye dayalı bir spor olduğu fikrinden yola çıkıp da şu tip ucube manzaralara varabilmek gerçekten özel çaba gerektirmiyor mu?

Saçmalık 1
Saçmalık 2
Saçmalık 3

Bunca garipliğe, yığınla olumsuzluğa rağmen hadi vazgeçmedik diyelim. 
Uğraştık tesisi bulduk, organizasyon şahane, koç da taş gibi çıktı, ne mutlu :)
Bitti mi?
Veliler bitti demeden bitmez!
Yo, eskidenmiş öyle "eti senin, kemiği benim hocam" felsefesi. Bugün velilerin önemli bir kısmı, hele de çocukları az biraz eline şutuna hakim türden ise, kendilerini kulübün sahibi görüyor. Onlara göre altyapı, bir ucundan çocuğu verdiğiniz, diğer ucundan Lebron James'i aldığınız sihirli bir torna tezgahı. Çocuk üç vakte kadar MVP kıvamına gelmediyse, sorun kesin ya tezgahtadır ya operatörde!

Hiç yüzünü diğer tarafa çevirme, sevgili veli! Senden bahsediyorum (yazının girişinde bahsettiğim çuvaldız kısmına gelmiş bulunuyoruz, hazırsan devam edelim :)

Bil ki sırtındaki formayla o minik bünye yalnızca ve yalnızca bir sporcu adayı; senin içinde kalmış uktelerin damıtılma aracı değil. Ona anlayış göstermek ve zaman tanımak durumundasın. 

Şu basit gerçeği hepimizin hatırlamasında fayda var: "Aşk" ve "Hırs" için bilim insanları henüz bir şırınga icat etmediler; dolayısıyla bir çocuğa bu duyguları dışarıdan enjekte etmemiz mümkün değil. Veliler olarak bize düşen, çocuğun sporu sevmesi için gerekli zemini hazırlamak ve kendi hedeflerini belirlemesi için ona rehberlik etmek.

Bir "sporcu" yetiştirmek için gereken değerleri çocuğun karakterine ilmek ilmek işlemek hem onurlu hem de meşakkatli bir uğraştır. Bundan ötesine dair her türlü karar ancak ve ancak çocuğun kendisine (ve müsaade ederseniz koçuna!) aittir. 

Ne istiyor bedeni küçük, yüreği büyük bu insan?
Örneğin üst seviye takımlarda en az iki üç çeyrek alabilecek bir basketbolcu olmak mı var gönlünde, yoksa okul takımında ilk beş çıkıp tribündeki sınıf arkadaşlarına "crossover show" yapmak onun için yeterli mi? 
Çocuğun içinden gelen her ne ise bizim dışarıdan desteklememiz gereken şey de odur. Bizim misyonumuz, o isteğe, o hedefe uygun çalışma ortamını ve antrenman istikrarını temin edebilmektir. Daha ileri seviye bir güdümleme belki çocuğa basketbol anlamında bir şeyler katabilir, ama hiç şüphesiz basketbol yeteneğine kattığından fazlasını sporcu karakterinden götürecektir. Bazı "tatlı-sert" veliler bu gerçeğe pek kulak asmaz, ancak eninde sonunda bir noktada yüzleşmek zorunda kalırlar: Basketbol bir karakter işidir. Çocuk, kendini sahada ifade edemiyorsa bir oyun karakteri geliştiremez. Doğalın dışına taşan baskı ortamlarında gerçek potansiyelin ortaya çıkması beklenemez.

Ha, bir de bak ne var sayın veli... 
Hani canını fazlaca da sıkmak istemiyorum ama, yetkin de sorumluluğun da kendi çocuğunla sınırlı, biliyor musun? 
14 numara neden bu kadar çok top kullanıyor? 7 numara oyun kurabiliyorsa benim çocuğumun nesi eksik? Bizimki hep fırça yerken neden bütün aferinleri 77 numara alıyor? Besbelli adam kayırma var!




(Ara not: Tamam kabul, hemen her büyük kulübün altyapısında o bilindik "arıza" söz konusu. Genel sekreterin yeğeni, başkan yardımcısının oğlu falan, daha dripling yapmayı bilmeyen yavrular altyapı takımlarında antrenmana çıkabiliyor. Gerçi bana sorarsanız bu herkesten çok, kayrılan çocuğun kendisine haksızlık. Ama burada meselenin derinlerine inip konuyu dağıtmak istemiyorum)

Asıl sorun şu ki, torpilden yakınan velilerin birçoğu şikayetçi oldukları şeyin alasını kendi çocukları için talep etmekten çekinmiyor. Bakın dost acı söyler, kaş yaparken göz çıkarıyorsunuz arkadaşlar! Belli bir kulüpte oyuncu olma fırsatını ya da belli bir maçta süre alma hakkını biz velilerin zorlaması değil oyuncunun kendisinin koparıp alması gerekiyor. 
Bu da koçun inisiyatifine teslimiyet demek. Oysa şu naçiz kulaklarım kaç defa tribünden bağıran velilerden dolayı oyuncularına seslerini ulaştırmakta zorlanan koçlara şahitlik etti! Kendi takımları maç içinde seri yakaladığı sırada hakeme sövüp oyunun durmasına sebep olan veliler gördüm.  

Ya bilmediğin konuda bilene tabi olacaksın, ya da daha iyisini biliyorsan alıp kendin yetiştireceksin abicim. Az müsaade et, biraz açıl, nefes alsın.

İşte tüm bu engellere rağmen bir oyuncunun bu sistem içerisinden serpilip gelişmesini beklemek, haksızlığın ta kendisi oluyor. Çünkü gerçeğimiz acı; sistem içindeki tüm aksaklıkların tamirini sistem içindeki tek masum taraftan bekliyoruz: Çocuktan!  Daha hızlı ol, daha yüzdeli at, daha çabuk uza!!! Oysa çocuğun bu yaşta bütün enerjisini "kontrol" kavramı üzerine yoğunlaştırması lazım.

Evet, kontrol... (şimdi de yazının başında "naçizane tavsiyelerim" dediğim, ama aslında üç kuruşluk bilgimle ahkam keseceğim yere geldik. Hala benimle misiniz? :))

Türk basketbolu çok iyi şutörler de yetiştiriyor, üst sınıf savunmacılar da... Ancak takımlarımızın uluslararası boyutta sürdürülebilir başarı elde edebilmesi için "kontrol" alanındaki eksiğimizi kapatmamız şart. Çünkü bir grup oyuncuyu takım yapan en önemli unsur, o gruptaki oyuncuların kolektif kontrol becerisidir. Ve bu becerinin tohumu da erken yaşlarda ekilir.

Kontrol kavramını bileşenlerine ayırırsak sanırım ne demek istediğim daha net anlaşılabilir.

Ülkemizde maalesef pek az önem atfedilen Duygu Kontrolü ile başlayalım.
Oyuncu, duygularını kontrol edebilmek için her şeyden önce kendiyle barışık olmalı. Bilmeli ki en az top kaptıran, aynı zamanda en az top kullanandır. Risk almaktan, denemekten, hata yapıp kaybetmekten çekinmemeli. Pek klişe bir tabir olsa da şunu iyice kavramalı: Gerçek kaybeden, vazgeçendir.

Çocuklarımıza bıkmadan usanmadan bu gerçeği anlatmamız lazım. Anlatırken bir de gereksiz kıyaslardan kaçınabilirsek sonuç almamız zor olmayacaktır.
"Oğlum/kızım" diyelim, "senin yarışın kendinle." 
"Yalnızca iyi çalış ve dünkü seni geçmeye gayret et. Bir çeyrekte beş üçlük, maçın sonu değil: Havaya girmeyeceksin. Art arda iki blok yemek dünyanın sonu değil: Boyun eğmeyeceksin. Günü gelecek kahraman olacaksın, maçı gelecek koçun gözünden düşeceksin. Düşmeden ayakta kalmayı öğrenemezsin. Düşeceksin; her seferinde daha ileriye..."

(tamam, bu kadar şiirsel konuşmak zorunda değilsiniz ama anladınız ne demek istediğimi :))

Top Kontrolü sonra... Daha aşina olduğumuz bir bileşen.
Pek bilindik olmayan ise, top kontrolünün doğuştan gelen bir hüner değil, büyük ölçüde çalışmayla yerine oturan bir yetenek oluşu.
Çocuğun topla "doğal" bir ilişki kurması, onu vücudunun bir parçasıymış gibi kontrol edecek hale gelebilmesi çok emek ve çok tekrar istiyor. 
Evet, hemen tüm çocuklar parkeye adım atar atmaz o sevimli turuncu küreyi kapıp potaya sallamak isterler :) Onlara en sıkıcı gelen parmak hassasiyeti çalışmaları ise zor bir maç gününde o son topu kullanırken imdada yetişecek tek kurtarıcıdır. 
Bunu onlara anlatalım, bu tarz çalışmaları "öylesine" yapmasınlar, asla geçiştirmesinler. Çizgi film seyrederken elinde bir tenis topuyla oynamak bile top kontrolüne pozitif etki edecektir, çocuğumuz bunun bilincinde olsun.

Vücut Kontrolü de bir başka önemli bileşen, çünkü kondisyon da çabukluk da vücut kontrolüne dayalı özelliklerdir.
Boy uzaması ya da vücut dayanıklılığı büyük ölçüde miniğin iyi dinlenmesine, esneme / germe egzersizlerini ihmal etmemesine ve tabi doğru beslenmesine bağlıdır. Biz Türk tipi aileler olarak "biraz daha tablet oynasın, varsın bir saat geç yatıversin", "aman şu çikolatayı yesin de bir tarafı şişmesin" derken gelecek adına neleri feda ettiğimizi pek fark etmiyoruz. Yarım saat daha fazla uyku... Bir gofret daha az abur-cubur... Çok şeyi değiştirebilir.
Vücudu doğru şekle ve dengeye kavuşturmak için bütün o merdiven egzersizleri, adımlama alıştırmaları, line drill çalışmaları, vs. bir yere kadar etki eder. Kalanı günlük keyiflerden fedakarlık isteyecektir.

Ve son olarak, kendi tabirimle Çevre Kontrolü... Bunu söylerken arkadaş grubundan ya da sosyal çevreden bahsetmiyorum. Anlatmak istediğim, "farkındalık" olarak da bilinen saha içi bir olgu. O pası görebilmek... O topu çalabilmek...
Doğru anda, doğru mesafeden şutu kullanabilmek...
Daha cut başlangıcında hücum alanının anlık fotoğrafını çekip birkaç saniye sonra en ideal pozisyonda topu alabilmek...
Kısaca sahayı görebilmek, oyunu okuyabilmek.
Bu alanda oyuncunun gelişimi büyük ölçüde koçun ellerinde. Fakat bizim de veliler olarak yapabileceğimiz katkılar var.

Sporcunun oyun içinde etkin çevre kontrolü sağlayabilmesi ancak ve ancak dinlenik bir zihinle sahaya çıkmasıyla mümkündür. Öyleyse biz veliler de çocuğumuz için aklı ve algıyı güvene alan basit tedbirlerle işe başlayabiliriz. Bu yolda ilk hedefimiz, çağın vebası olan dijital bağımlılık olmalı.




Hayır tabii ki, teknoloji düşmanı değilim :)
Sadece sahada geçirdiği süreden daha fazlasını Whatsapp sohbetlerine kurban eden bir çocukta pek gelecek göremiyorum, hepsi bu. 

Gelin birlikte düşünelim... Günde 2 saat i-Pad bombardımanı sonucu en ücra hücresine kadar uyuşturulmuş bir beyinle sahaya çıkan bir çocuktan algı açıklığı bekleyebilir misiniz? 

Tabi topu yalnızca teknolojiye atıp kendi "didaktik saplantılarımızı" pas geçmek olmaz. Bizler de çenemizi tutamadığımız zamanlarda en az elektronik aygıtlar kadar tahripkar olabiliriz. Tribünden izleyip yetişkin gözüyle yorumlanınca "gaaayet basit" görünen işler sahaya inip de o potaya çocuk gözüyle bakınca nasıl da büyüyüp devleşiyor, bir fikriniz var mı? Maç öncesi yarım saat nutuk yağdırıp kendimizce taktik verdiğimiz (pratikte yalnızca kafasını karıştırdığımız) çocuğun maçta odaklanma sorunu yaşamasında hiç mi suçumuz yok sizce? 

10 yaşında bir oyuncu maç içinde çevresini doğru kontrol edemiyorsa, o reverse'ü yaptıktan bir saniye sonra topu kaptırıyorsa ya da bomboş arkadaşını göremiyorsa bu bir yetenek meselesi midir yalnızca? Bence öyle değil. Çocuk reverse'ü de pası da iyi öğrenmiş olabilir, ancak oyun görüşü dediğimiz şey yaşla ve çalışmayla olduğu kadar zihinsel hazır oluşla da pekişen bir değerdir. Mental açıdan hazır oyuncu, enerjisini oyun alanına daha verimli yansıtacaktır.

Büyük saygı duyduğum bir koç, "Tereddüt, şutörün en büyük rakibidir" der. Açık zihin, anahtardır. Sahaya pozitif psikolojiyle çıkan oyuncunun şut yüzdesi de artacaktır, savunma etkinliği de.

Bu saydığım öğelerin her biri yerine oturduğunda Bütünsel Kontrol sağlanacaktır.
Yukarıda değinmeye çalıştığım sürdürülebilir başarı konusundaki en önemli ayrıt da tam olarak bu bilişsel bütünlükle ilgilidir.
Bu hazır-oluş durumudur ki oyuncunun takım planı içinde bilinçli bir öğe görevi üstlenebilmesini, taktik disiplin içinde hareket edebilmesini, kolektif aklın işleyen bir parçası olabilmesini sağlar. Sahip oldukları üst seviye bireysel özelliklere rağmen takım oyunu içinde bir türlü parlamayan yetenekler yetiştiriyor olmamız bu yüzdendir.

Elbette sistemin kendi tıkanıklıkları ve spor dünyası mensuplarının müzmin duyarsızlıkları biz velileri "her koyun kendi bacağından asılır" felsefesine itiyor olabilir. Ancak, basketbolun -evet- bireysel yetenekler üzerine kurulmuş bir takım oyunu olduğunu unutmamız ve çocuklarımızdan bu alanda doğru rehberliği esirgememiz büyük hata olur. Hırs aşılamak kadar bilinç ve saygı aşılamayı da denersek eminim sonuç daha başarılı bir jenerasyon olacaktır.
Özellikle saygı mefhumunu da burada açmak isterdim ama o kadar farklı boyutları var ki (kendine saygı, takıma saygı, koça saygı, rakibe saygı...), burada zaten yeterince başınızı ağrıtmışken o topa da girmeyeyim diyorum. O zaman saygı kavramı başka bir yazının konusu olsun :)

Buraya kadar sabredip okuduysanız teşekkürler. Hele bir de anlattıklarımdan kendi adınıza bir hissecik alabildiyseniz ne mutlu bana :)
İnşallah daha iyi yetişen nesillere, daha başarılı yarınlara...

29 Eylül 2017 Cuma

Men of the World - Unite!

Çene...
Canlılarda baş bölümünde yer alan, kemik veya kıkırdak ile desteklenen, altlı üstlü dişleri taşıyan ve ağzın kapanıp açılmasını sağlayan kasları üzerinde barındıran iki parçaya verilen ad.

Tanım böyle.
Tanım eksik.
Şunları da araya sıkıştırmak lazım: "...bir dişinin elinde öldürmese de süründüren bir silaha dönüşen..."

Budur abi.
Romantizm bir yere kadar. Gerçekçi olalım azıcık.
Şöyle bir yazıya denk geldim mesela. Önce tıklayın linke, bir okuyun.
Sonra söyleyin, ana fikri ne kadar gerçekçi?
Kadınlar, yapıları "uzun çekişli" olduğu için erkeklerden uzun yaşarlarmış. İşlerini bitirmeden öyle kolay kolay ölemezlermiş. Bak sen!

Yazar bir de dip not düşmüş utanmadan. 
Demiş ki bu yazıyı tanıdığınız olağanüstü kadınlara gönderin, emin olun hepsi bayılacaktır! 
Kadını allayıp pullayıp süper kahramana dönüştür, erkeği de şehir tipi koala olarak resmet. 
Valla ben de bayıldım... gülmekten :)

Eskidenmiş bitanem öyle yan gelip yatan adamlar.
Eskidenmiş şekerim öyle "üçü bi yerde" kadınlar.
Şefkat abidesi, fedakarlık manzumesi analar.
Onlar taze bitti, bugün karadul modeli var.

Karadul. Hani şu erkeğini yiyen örümcek...
Ondan ömrümüz kısa.
Neymiş, kadınlar "uzun çekişli" varlıklarmış.
Kargalar güler!

Buyurun aynı yazıyı ben aslına daha uygun bir şekilde kaleme alayım.
Tanıdığınız çene mağduru, hayat yorgunu, kadri kıymeti bilinmez erkeklere gönderin. Biraz da onlar bayılsın.



------------------
Akşam annemle babam televizyon seyrediyorlardı.
Annem, "Geç oldu," dedi, "zaten yorgunum, ben yatıyorum. Sen de sızıp kalma o koltukta."
Babam belli belirsiz "Hı-hı" dedi. Yaklaşık birbuçuk saattir aralıksız zaplanmaktan hayata küsmüş televizyon kumandasına göz ucuyla baktı.
Annem kalktı, mutfağa gitti.
Babam mal bulmuş Mağribi gibi kumandaya atladı. Adamcağız tuttuğu takımın o akşamki maçını "hanımın dizi qeyfi" nedeniyle seyredememişti, hiç değilse uzun özetini yakalarım umuduyla spor kanalına bastı. Ekranda Şansal Büyüka "Uzzzun zaman unutulmayacak muhteşşşem bi maç!!!" diye yorum yapıyordu.
Annem mutfakta çerez-meyve tabaklarını çalkalayıp kaldırırken TV'nin sesini duydu. "Şu don yağı yutmuş gibi konuşan adamın sesine dayanamıyorum. Değiştir!"
Babam değiştirmedi, onun yerine sesi kıstı iyice.
Annem "Sanki senin için top oynuyor adamlar. Seyret ne işe yarayacaksa" diye söylenirken bir yandan sabaha hazır olsun diye çaydanlığı doldurdu, demliğe çay koydu.
Şekerliğe baktı, dibinde az kalmış, üstüne ekledi ve "Şeker niye almadın? Her şeyi benim mi takip etmem gerekiyor bu evde?" diye seslendi.
Babam gözünü ekrandan ayırmadan cevapladı: "Hayatım, eve gelirken aradım ya bir şey lazım mı diye?" 
"Her şeyi benim mi düşünmem gerekiyor bu evde? İyi, benim gözümden kaçsa demek kırılıcaz açlıktan!"
Kahvaltı için buzluktan ekmek çıkardı, akşam yemeği için çözülsün diye de eti aşağıya koydu. 
"Kıyma da almamışsın!"
"Almıştım ama? Buzlukta olması lazım."
Annem buzluğun kapağını açıp içeriyi şöyle bir karıştırdı: "Kap kap dondurma tıkıştırmışsın, kıyma arkada kalmış."
Babam "Aslında sadece bir kap alacaktım," diye açıklamaya çalıştı, "ama sen seversin diye karadutlu da aldım."
Kahvaltı masasını hazırlamak için masanın üstündekileri toplarken çıkıştı annem: "Karadutluyu geçen sene seviyordum ben!" 
Babam cevapsız kalınca annem "Sen anca top seyret" diye kendi kendine fısıldadı. Sonra telefonu şarja taktı, telefon defterini kapatıp yerine koydu.
Sonra çamaşır makinesinden ıslak çamaşırları çıkardı ve asması için babamı çağırdı. Babam elinden oyuncağı alınmış çocuk hüznüyle televizyondan ayrılıp çamaşırları asarken annem makineyi tekrar doldurdu.
Banyodaki çöp sepetini boşalttı. Poşeti babama verip "Şunu dışarı çıkar da sabaha kadar kokmasın" diye kapıyı işaret etti.
Babam "Ama..." diyecek gibi oldu, annemin gözlerinde çakan şimşekleri görünce vazgeçti.
Annem ıslak bir havluyu kurusun diye duş perdesinin borusuna astı. Elinde çöp poşetiyle kapıya yönelen babamın arkasından seslendi: "Şampuan da bitmiş. Arap sabunuyla yıkanırız artık."
Babam çöpü attı. Eğer saat geç olmasa eve dönmeden şampuan da alacaktı. O geri gelmeden annem bir gömlek ütüledi, kopuk düğmesini dikti.
Babam içeri girerken eline bir kap su tutuşturup "Çiçekleri sula" dedi.
"Sabah sulasam?" diye sormanın yararı olmadığını bilen babam bir yandan çiçekleri sulayıp bir yandan maç görüntülerini izlemek için salonun yolunu tuttu. Ancak kanal çoktan değişmiş, annemin favori aşçısı yemek kanalında bezelyeli turta tarifi veriyordu. Spor kanalını tekrar açtı.
Annem esneyerek gerindi ve yatak odasının yolunu tuttu.
Çalışma masasının yanından geçerken durdu, öğretmene tezkere yazdı. 
Sonra salona seslendi: "Okul gezisi için para lazım. Sabaha bırakma, çocuğun çantasına koy."
"Koydum, çantasında. İngilizce çalıştırırken hatırlattı oğlan."
"Hatırlatmasa tam takır kuru bakır yollıycan yani okula!"
Eğildi, sandalyenin altına girmiş ders kitabını aldı, masanın üstüne koydu: "Ders mi çalışıyorsunuz, yastık savaşı mı yapıyorsunuz belli değil. Her şey her yerde!"
Kek tarifleri defterini çıkardı,arkadaşına söz verdiği tarifi bir kağıda yazdı, çantasına koyarken yüzünde hınzır bir gülümseme vardı: "Karbonatı yazar mıyım? Kendi bulsun. Yok öyle taklit kekle gösteriş yapmak." 
Bakkaldan alınacakları not etti, notu da babamın gömlek cebine koydu.
Sonra gitti, 3’ü 1 arada temizleme losyonuyla yüzünü yıkadı,dişlerini fırçaladı. Yine hedefte babam vardı. Banyoya çağırıp losyon şişesini gösterdi.
"Şu senin duty free'den yanlış aldığın şeyi artık kullanmıycam. Hacı nine kokusu var bunda." 
"Biliyorum hayatım. Sen bişey belirtmeyince lavanta seçtim. Aslında fena da kokmuyor..."
"Hacı nine diyosun yani. O kadar yaşlandım ben!"
"Sen benim için her zaman gençsin."
"Hıh!"
Annem gece kremini ve kırışık önleyici nemlendiricisini sürdü.
Tırnaklarına baktı, törpüledi.
Bu sırada babam ürkek adımlarla salona döndü. Maçla ilgili yayının bittiğini gördü. Bari bir film bulayım diye kanal ararken annem salona döndü: "Yemek programını niye değiştirdin?" 
"Sen yatmaya gitmemiş miydin?" diye soran babama "Turta tarifi yarım kaldı" diye çıkıştı. Yemek kanalı açıldı. Turta tarifi bitti. Annem televizyonu kapattı.
Kalktı, köpeğin su kabını doldurdu. 
Kapıları pencereleri kontrol etti. 
"Mutfağın dış kapısına yalıtım lazım. Onuncu kez söylüyorum. Hala usta bulacaksın."
"Bulmasına buldum da adam şu gün gelicem deyip sonra işim çıktı diye iptal ediyor. Yarın yine ararım."
"Ustaların köküne kıran mı girdi canım? Başkasını bul sen de!"
"Bunu çok övdü arkadaşlar."
"Senin arkadaşlarının 'Maşallah' dediği üç gün yaşamıyor. Aman, çok övmüşler!"
Kızgın adımlarla uzaklaşıp holdeki lambayı yaktı. Kardeşimin odasına gitti.
"Bu da sana çekti bak. Bilgisayar oynarken sızmış." diyerek lambasını söndürdü, bilgisayarını kapattı. 
"Bilgisayardan değildir. Bugünkü antrenmanda çok yordu Koç."
"Gitmesin o zaman? Bir haftada 5 antrenman? Milli takıma mı girecek bu çocuk? Pestili çıkıyor."
"Ama... Ama... Sen hırs yapmadın mı benim çocuğum yıldız oyuncu olsun diye? Çok iyi olması için çok çalışması..."
Kardeşimin gömleğini asarken babamın sözünü kesti annem: "Yok arkadaş, şu evde bir işin ucundan tutan kimse yok!"
Yerdeki kirli çorapları toplayıp babamın kucağına attı.
"Sepete!"
Sonra bana geldi, "Yat uyu artık. Akşama kadar oyun oynarsan dersler yetişmez işte böyle. Kırk defa söyledim, önce ders sonra oyun. Ama hep babandan yüz buluyosun. Anneyi sayan yok!"
Babam işaret parmağını dudaklarına götürüp bana 'sus' işareti yaptı. 
Annem yatak odasına gitti, saati kurdu, ertesi gün giyeceklerini hazırladı.
"Hiç giymediğin kaç tane gömlek var burada. Dolap şişti. Sen birine vermezsem ben atıcam bunları haberin olsun!"
Babam yakınır gibi oldu: "Yahu insaf, zaten dolabın dörtte üçü senin. Ne günahı var benim gömleklerimin?"
Annem kestirip attı: "Bir fakire ver."
Elindeki 6 maddelik acil işler listesine dönüp 3 madde daha ekledi:
- Fazla gömlekler atılacak
- Hafta sonuna aile gezisi programlanacak
- Yarın iş çıkışı kuaför
Kendi kendine iyi geceler diledi, hayalindeki saç modelini gözünün önüne getirip kuaförünü değiştirmesi gerektiğini düşündü. Gözlerini yumdu.
İşte o sırada babam da odaya girdi ve "İyi geceler hayatım" dedi.
Bir yerine iğne batırılmış gibi yattığı yerde irkilen annem "Ya! Tam da dalmıştım! Uf ya!" diye sızlandı.
"Şimdi yattın yahu, ne ara daldın? Bu arada, benim arabanın anahtarını gördün mü nerde?"
"NEREYE KOYDUYSAN ORDA!"
Babam bu ani çıkış üzerine gözleri fal taşı gibi açık, donakaldı. Annemse çevik bir hareketle havada yarım burgu yapıp sol yanı üzerine düşerken pikeyi üzerine çekti. Babam açıkta kalmıştı. O sırada kapıda beni gördü ve patladı:
"Oğlum sen de manyak mısın? Ne işin var gecenin bi vakti kapımızda? Git yat zıbar!" 
Sizce bu işte bir gariplik yok mu?
------------------
Dipnot: Tamam, kadınlar başımızın tacı. Abartıya abartıyla karşılık vermek tek amacımdı :)















8 Nisan 2017 Cumartesi

Şafak Sökerken

Tuttuğum takım bu akşam kendi sahasında -hem de uzatmada yediği golle- maçı kaybetti. 
Skor: 3-4.



On maçlık yenilmezlik serisi gitti.
Bugüne kadar hiç gol yemediğimiz stadımızda filelerimiz tam dört gol gördü.
İçimde en ufak ukde yok.

Böyle bir maçın üzerine zerre üzülmeyeceğimi söyleseler güler geçerdim.
Yok.
Üzülecek bir şey bulamıyorum.
Ya da... Bir şey var sanki. Evet, evet var!
Ligin geri kalanı için üzülüyorum!

Sahada spordan başka hiçbir şeyi düşünmeyen futbolcuların kora kor (ama tertemiz) mücadele ettiği...
Futbolun takım halinde ve daima ileri oynandığı...
Temponun bir an olsun düşmediği, ambiansın bir an olsun büyüsünden yitirmediği...
Gol olanlar kadar olmayan pozisyonların da damakta tat bıraktığı kaç "süper lig" maçı izlediniz bu sezon?

Evet, futbolcuların hakkını teslim etmek lazım önce.
Sonra her iki takımın taraftarlarına teşekkür etmek lazım.
Oyunun önüne geçmeden, oyunun önünü açan hakemlere de tebrikler.
Ama en çok da yönetimler...
Bu akşamki tüm bu güzellikler, herkesten çok iki güzel insanın eseri.

Hatırlayın beş sezon önceki tüyleri yolunmuş kuşu.
Çok değil, daha geçen sezon buğulaması bile tatsız olan hamsiyi.
Bugün birisi Kara Kartal. Diğeri Amansız Fırtına. 
Çünkü akıl ve ölçü sahibi yöneticiler var başlarında.

Yıldırım Demirören denilen cibiliyetsizin elinde ne kahır çekti şanlı Beşiktaş?
İbrahim Hacıosmanoğlu isimli bir akıl hastasının elinde kadavraya dönüşmedi mi efsane Trabzonspor?
Bu acı tablolara tribünde eşlik eden o cefakar taraftara soralım: Karanlığın en yoğun olduğu o saatler, hanginizin gönlünde en ufak bir umut kırıntısı vardı, şafağın her an sökebileceğine dair?

Şimdi o şafak sökerken geriye bakmalı.
Fikret Orman'ı hatırlamalı.
Menajerlerin oyuncağından vefa kapısına, borç batağından tasarruf harikasına nasıl dönüştürdü enkaz halindeki kulübü?
Muharrem Usta'ya bakmalı.
Barut fıçısına dönmüş bir camiada sabır ve itidali hakim kıldı. Bedava biletle maça girip tek işi çekirdek çitletmek ve bolca küfretmek olan bir güruhun yerini 35.000 coşkulu seyirci aldı. 
Kolbastı geri dönmedi belki ama horon oynuyor şimdi topçular.
Hem de doğruya doğru: "Dik" oynuyorlar!

Planı projesi olan, akıl ve sağduyu sahibi taktisyenlere emanet edildi her iki kulüp.
Dünya üçüncülüğü bile her ne hikmetse "tesadüf" olan Şenol Güneş'in ellerinde Oğuzhan gibi terk edilmeye yüz tutmuş nice değerler nasıl da pırıl pırıl parlamaya başladı.
Fenerbahçe'ye tarihinin en ateşli şampiyonluklarından birini yaşattığı sezon bir psikopat tarafından kapının önüne konan "hovarda" Ersun Yanal, nasıl oldu da sezonun ilk yarısı dip tarayan bir kulübü ikinci yarının en flaş ekibi haline getirebildi?
Akla ziyan kontratlarla, aracılara ödenen büyük ikramiye tadında rakamlarla Türkiye'ye getirilen ve plansız bütçesiz yapının ilk meyvesi rötarlı ödemeyi görür görmez kazan kaldıran "kaşar" futbolcular yerine nasıl Yusuf Yazıcı'lar, Okay Yokuşlu'lar yetişti?
Adı sanı duyulmamış, senelik maliyeti bir milyon doları bulmayan sporculara yönelmek, tribüne oynamak yerine hedefe oynamak kimin fikriydi?

Evet arkadaşlar, bu akşam yıllarca unutulmayacak bir maç oynandı.
Maçın hakkı beraberlikti demiyorum, çünkü iki takım da üçer puanı hak etti.
Ve bugün Türk futbolunun karanlık ufkunda şafak sökerken bu kardeşinizin kalın kafasına dank etti:
Takımımın aldığı mağlubiyete içimin hiç cız etmemesi gibi, kaybettiklerimize rağmen kazanmak neden mümkün olmasın?
Hani o karanlığın en yoğun olduğu vakitte, stadımızda hakem hapsettiği halde bir güç tarafından korunup kollanan şahıs...
Hani o bataklığın en derin olduğu vakitte, boğulmaya terk ettiği kulübe rağmen bir güç tarafından federasyon başkanı yapılan şahıs...
Bunlar nasıl gidip arkalarından güneş doğduysa, onları yücelten güç de yerini ışığa bırakır bir gün.
Akıl, sağduyu, kararlılık ve fedakarlık... Belki hiçbir şey için geç değildir, inanırsak bugün.

Umutla...








26 Ocak 2017 Perşembe

Bizim Şirketle Müreffeh Yarınlara...

Şimdi abi, biz bildiğin aile şirketiyiz. Öyle kurumsal yapılar, powerpoint bütçeler, pinpoint planlamalar falan bize göre değil. Yarın ne olacağımız belli mi arkadaş?
Ama bizim de kendimizce bir yoğurt yiyişimiz var tabi. Hepten saldım çayıra mevlam kayıra hesabı değil yani...Güzel bir satış kadromuz, depo sevkiyat sorumlularımız, insan kaynakları departmanımız bile var. Sonra birbirinden kıymetli uzmanlara sahibiz. Şu son 10 küsur senedir şirketin mali işlerinden sorumlu Sadettin abimiz mesela... Zaten bu abimizden bahsedicem ben asıl,. Neden? Çünkü bizim firma demek, Sadettin Abi demek.

Sadettin Abi bikere çok çalışkan. Gecesini gündüzüne katar, yapılması gereken neyse o işi yetiştirir. Gerçi yetişen o işin baştaki tahmini maliyeti genellikle üçe beşe katlanır, bu da çoğu zaman şirkete zarar yazar ama olsun, işi bitiriyor mu ben ona bakarım.

Küçük bir kötü huyu var Sadettin Abi'nin: Eleştiriye pek gelemez. Hemen agresifleşir. En yakın dostları dahil, süreç içinde tersine giden birçok personelin ayağını kaydırmışlığı vardır. Gel zaman git zaman bu durum Sadettin Abi'de bir çeşit paranoyaya yol açmış, artık kendi idaresindeki 3-5 personeli de hep en vasıfsız, en kimliksiz tiplerden seçer olmuştur. Üç kişi gelir mesela mülakata, ikisinin kariyer planları vardır, Sadettin Abi eler bunları hemen. Yegane hedefi "hayatını idame ettirmek" olan o üçüncü adayı alır yanına.

Bir de tabi unutkanlığı var ama o kadar kusur kadı kızında da olur. Bir gün ak dediğine aynı günün ilerleyen saatlerinde kara diyebilir, daha önce ak dediğini de şiddetle reddedebilir. Dedim ya unutkan, malum, yaşlandı adam. Yoksa yukarıda Allah var, ben bugüne kadar bir tane yalanına rastlamadım. Hatta bir keresinde bu abimizin bazı tedarikçilerden komisyon aldığını iddia etmişlerdi. Finans bölümünden birkaç arkadaş telefon görüşmesinde ses kaydını bile almışlar, getirip koydular önüme. Bunca yılın hukuku var, yargısız infaz yapmak yakışık almaz diye düşünüp çağırdım Sadettin Abi'yi, dinlettim kayıtları bir bir. Dedim açıkla. Montajmış, finanstaki yeni yetmelerin Sadettin Abi'nin yerinde gözü varmış, zaten daha iki gün önce ön muhasebedeki gencecik kızı mutfakta sıkıştırıp üzerine tükürmüşler, temizlikçi Ayfer Abla var, kadıncağız camları silerken sinsice yanına yaklaşıp sesli osurmuşlar, ürkmüş kadın, az kaldı 3. kattan aşağı düşüyormuş! Kamera kayıtları varmış ama kaybolmuş... Daha neleri varmış, günü gelince iplikleri bir bir pazara çıkacakmış. Dedim Sadettin Abi dur, midem kaldırmıyor dahasını. 

Finansçı itlere derhal yol verdim! Gerçi evet, tedarik fiyatları konusunda bazı şaibeli durumlar yok değildi ama hep rakiplerin oyunu bunlar. Şerefsizler imalatçıyı ayartıp duruyorlar: O şirkete satma bize sat, onlar çek yazar ödemez, onlara yüksek fiyat çek... Biz bilmiyoruz sanki! Sadettin Abi de aynı gerçeğin altını çizince teşekkür edip maaşına zam yaptım. Koskoca adam, hem dininde imanında, üç kuruşluk adamlar yüzünden hırsızlığa, iftiraya başvuracak değil ya. Adam e-mail'in gönder tuşuna bile "Ya Allah, bismillah!" diye basıyor yahu!

Ha, bakın e-mail demişken, aslında bir küçük zaafı daha var. Yeniliği, modern sistemleri falan pek benimsemiyor Sadettin Bey. Hani demeye dilim de varmıyor ama, biraz tutucu bir yapısı var. Hadi tutucu demeyelim, inatçı diyelim. Hatta inatçı dersek de bir yerden duyar, alınır, kararlı diyelim biz buna. Evet, kararlı. Mesela ilk işe girdiği yıllarda bizim bilgisayarcı Erdi'ye çok olumsuz tavır takınmıştı. Erdi ön muhasebeyi bilgisayarda tutmamız gerektiğini söyledikçe Sadettin Abi kara kalem düzeninde ısrar ediyordu. Rakiplerimiz faturalarını bile artık yazıcılardan dökmeye başlarken bizim şirkette tüm mali kayıtlar elden takip ediliyordu. 2000 yılında artık dayanamayıp "Sadettin Abi, yeni milenyum hatrına artık bıraksak şu kasa defterini, bak mis gibi Eta var, Logo var" dediğimde köpürdü. "Hadi buyur derhal şimdi geç bakalım, bir gün içinde eski yıllara dair bütün muhasebe kayıtlarımızı okunmaz hale getir!" diye çıkıştı. Göze alamadım.

Neyse efendim, gel zaman git zaman işler büyüdü. Maliyetine bakmadan satış yapıyoruz. Sürümden kazanıyoruz. Rakipler şaşkın. Biz depo üstüne depo kiralıyoruz. Araç filosu genişliyor. Bu ara Sadettin Abi yanıma gelip dedi ki bu insan kaynakları antin kuntin adamları sırf diplomaları var diye şirkete doluşturup duruyor. Bu gelenlerin de yok amortisman, yok marjinal fayda, akademik safsatadan başka bir şey ürettikleri yok. Zaten çok maaş istiyor ve istikrarlı da çalışmıyorlar. Bize "hayat okulundan" mezun arkadaşlar gerek. 

Aklıma yattı. Ne varsa çekirdekten yetişmiş elemanlarda var. Alaylının gücüne inanmak lazım. Dedim Sadettin Abi top sende. Haftasına kalmadı bir sürü adam doluştu şirkete. Sanki aynı torna tezgahından çıkmış gibi, böyle boy boy ama tek tip... Nereden buldu buluşturdu bilemiyorum, ama Allah sizi inandırsın, her biri en az bir Sadettin Abi kadar acar arkadaşlar. Şirket ihya oldu yahu!




Gel gelelim bir süre sonra bu yeni arkadaşlar suratları asık gezer oldular. Bir imalatçı bulup anlaşma yapıyorlar, Sadettin Abi siz o işi bana bırakın deyip ellerinden alıyor. Şirketin yıllık sıvı sabun ihtiyacını toptan halledelim diye maliyet çıkarıp bana geliyorlar, tam imzayı atmaya hazırlanırken Sadettin Abi "sıvı sabunlar kanserojen risk taşıyor, globalleşen dünyada..." diye araya girip kağıtları alıyor elimden. Geçen sene üç parti halinde yaklaşık yarım ton Arap sabunu almış olmamız bu yüzden.

Tabi gel zaman git zaman, gerilim tırmandı. Bu yeni çalışanlar gemi azıya aldı. O dönem Sadettin Abi'nin işe aldığı, benim şahit olduğum tek fonksiyonu "he" demek olan bir yancısı vardı, adı Mazhar. İsyancı arkadaşlar bu ikisine "Sado-Mazo" diye lakap takmışlar, Sadettin'in kulağına gitmiş. Hiç hoş şeyler değil. Sonunda bana bir toplantı talebi geldi ve açık açık dendi ki biz bu Sadettin'den hiç hoşnut değiliz, ya kendine çeki düzen versin ya da biz vermesini biliriz! Valla aynen böyle dediler! Sen misin diyen... Sadettin Abi bir esti gürledi ki böyle öfkeyi Allah düşmanımın başına sarmasın! 

Sakinleşince neler neler anlattı bana. Meğer güvenip bu hergelelerin eline şirketin banka hesap şifrelerini bile vermiş. Herifler şirketin onca parasını kendi hesaplarına kaydırmışlar. Bir de yavuz hırsız ev sahibini bastırır misali kendilerine iş veren, aş veren şirkete baş kaldırıyorlar! Hepsini ihbar ettim, aylarca mahkeme kapılarına koşturdum, ama hamdolsun köklerini kazıdım. Ha, giden para geri geldi mi? Hayır. Ama bu hainliği yapanların mapushane köşelerinde çürüyeceklerini bilmek de güzel. Sadettin Abi mi? N'apsın, o da mağdur. Adamın iyi niyetinden istifade edip ne dolaplar çevirmişler. Kandırmışlar garibi. Benim başıma gelmez deme.

Böyle kahır bela çeke çeke kemale erdi, erken ihtiyarladı adamcağız. Hatta geçen, insan kaynaklarından öneri de geldi, yaş haddinden emekli edelim diye... Düşündüm. Yahu dedim, hadi gönderdik, yerine kimi koyacağız? Şu ahı gitmiş vahı kalmış muhasebeci Mümtaz Bey'i mi? Adamın kendine hayrı yok! Sadettin'den şaşma. 

Zaten Sadettin'in de bir yere gitmeye niyeti yok. Hatta daha fazla yetki peşinde. Bu konudaki talebini bana iletmeden önce, şirketin yönetim kademesinde kim var kim yok, apar topar toplantıya çağırmış. Çıkmış masanın üzerine, "Eyy falanca! Be hey filanca!" diye uçan kuşa bile atar yapa yapa insanları sersemletmiş, sonunda da gayri resmi bir oylama düzenleyip toplantıyı bitirmiş. Yetki talebi oy birliğiyle onanmış. Artık orada ne anlattıysa, ne vaat ettiyse kulaktan kulağa tüm şirkete yayılmış, "Şu Sadettin şurdan bi sktirsin gitsin!" diye her fırsatta söylenip duran güvenlikçi Şahap bile "Şirketi ilk fırsatta Sadettin Abimiz'in üzerine yapalım" diye sayıklar olmuş. 

Bir iki çatlak ses yok değil, olacak zaten o kadar. Mesela Sadettin'in bizzat kefil olup şirkete aldığı, bir dönem pamuklara sardığı birkaç satış yöneticisi bu yetki arayışına karşı çıkınca çok bozulmuş bizimki. Oylama esnasında bu satışçıların Sadettin Bey'in emriyle eksi birdeki depoya kitlendiği yönünde bir dedikodu dolaşıyor ama adı üstünde dedikodu. Sadettin Abi'nin yapacağı iş değil. Say ki yaptı, muhakkak bir bildiği vardır. Öyle olduğuna inanmasam şirketin sahibi gibi davranmasına izin verir miyim? 

Sadettin Abi de tam olarak bu minvaldeki talebini yanına alıp vardı sonunda huzuruma. Dedi ki patron, hüküm senin şirket senin, ben naçizane bir emir kuluyum. Lakin yeri geliyor, şirketin ağdalı prosedürleri yüzünden karar almakta zorlanıyorum. Yeri geliyor aldığım kararları uygulamakta güçlük çekiyorum. İyisi mi atlayıp gidelim en yakın notere, sen bana imza yetkisi ver. Hatta senin nene gerek, tek imza yetkilisi ben olayım. Şu şirketin bekası için bu ateşten gömleğe tek başıma talip olayım. Allah yar ve yardımcım olsun.

Şaştım kaldım valla. Analar ne evlatlar doğuruyor. Bu ne mangal yürek. 
Tereddüt yaşamadım değil ama... Hayli başarılı yönetim performansımız ortada iken sırf küresel ekonominin oyunları yüzünden bütün araç filosunu satmak zorunda kalışımız (zaten akaryakıt masrafları almış başını gidiyordu, iyi oldu)... Edirnekapı'daki şubeyi boşaltıp önce kiraya, sonra satışa çıkarıp gelen parayla banka kredilerinin yüzde üçlük bölümünü kapatmış olmamız (Edirnekapı nezih bir semt olmadığı için şubeyi kapatmak iyi bile oldu)... En son server odasındaki klimayı ve mutfaktaki buzdolabını spotçuya verip gecikmiş maaşlardan bir ikisini ödeyebilmemiz (iyi fiyata sattık ama, Sadettin Abi sağ olsun spotçuyu canından bezdirdi)... 5000 metrekarelik depomuzu (çok şükür içinde mal kalmadığından boştu) su basması, harap hale gelmiş binayı sonunda çok şükür Sadettin Bey'in bir tanıdığına devredebilmemiz... Bu ve benzerlerini alt alta koyunca dedim ki neden olmasın, zaten elde avuçta satacak bir değer kalmadı. Kaybedecek hiçbir şey yok ama kazanacak çok şey var.

Yetinmedi Sadettin Abi. Bu yük bana ağır demedi. Elini iyice koydu taşın altına. Hani yapmaz ya, eğer bir hata yaparsa kimsenin ondan hesap sormayacağına dair bir anlaşma imzalayalım istedi. Düşünürsen haklı; ömrü baskı altında geçmiş adamın. Devamlı bir teyakkuz hali, sürekli bir performans kaygısı... Tepesinde Sofokles'in kılıcı... Stresin bir sonu olması lazım. Makul geldi.

En son dedi ki, ben bir yönetim kurulu oluşturayım. Üyelerine de sen zahmet etme, ben karar vereyim. Beni bu kurul denetlesin. Hatta sen toplantılara bile katılma. Ben arada bir sana şu kadar para kazandık, bu kadarını yedik, şöyle serpildik, böyle semirdik gibi performans raporları veririm. Okursun. 

İmza sirküleri, çek koçanı, kasa anahtarı falan derken baktım bir hayli mantıklı talepleri var. Hem şu an şirketin yaşadığı bu suni darlık da böylelikle bertaraf olacak diye taahhüt üstüne taahhüt veriyor. Dedim neden olmasın. Ben daha iyisini mi yapacağım? Ya da daha iyi yapanı mı bulacağım? Onca insan arasında, şu şirkete Sadettin Bey dışında bir çivi çakmış olanı mı var Allah aşkına! Bir de akılları sıra bana fit veriyorlar. Tabi adamcağız az buçuk imtiyaz sahibi olacak ya, kendi sahip oldukları ayrıcalıklar tehlikeye girecek ya... Bende kuru gürültüye pabuç bırakacak göz var mı? İnadına Sadettin!

Getir ulan dedim anlaşmayı! Aslanlar gibi imzaladım. Muhteşem bir atılım hamlesi oldu. Ama ileriye değil, dışarıya doğru bir atılım. İki ayı bulmadı, icra memurları kapıya dayanıp dışarı attı bizi. Çok afedersiniz, kıçımdaki mor puantiyeli favori donuma kadar her şeyi aldılar. Kayyum atandı, bina yabancı bir firmaya devroldu derken bari kapıda bekçilik yapayım dedim, bizim eski güvenlikçi Şahap'la varıp başvurduk, "şurdan bi sktirip gitseniz" diye kapıyı gösterdiler.

Sadettin Abi yurtdışına kaçtı. Yazın İsviçre Bern'de, kışın Fransa Nice'de yaşıyormuş, bir eli yağda bir eli balda diyorlar. O kadar parayı nereden buldu bilemiyorum ama ta en başında demiştim çalışkan adam diye. Allah yolunu açık etsin. Şimdilik benden bu kadar. Evet.