31 Temmuz 2014 Perşembe

Akhisar - Pendik, Gittik - Geldik


Fark ettim ki uzuuuunca bir süredir pek bi blog karalamamışım.
Peki ne yazsam dedim, aklıma yeni döndüğüm Akhisar yolculuğu ile ilgili bi seyahatname derlemek geldi. Hmm, neden olmasındı. 
O halde buyursunlar efendim... 
İşte 2014 senesi Ramazan Bayramı "tatilime" ait, dimağlara durgunluk veresi notlar:

* Canım nasılsa giden gitti, İstanbul boşaldı, alt tarafı bi Körfez dolanıcaz, hem iftar saatinde kim yola çıkar ki? Bu, yanlış düşünce. ÇOK yanlış düşünce. Bayram tatili dönemlerinde siz siz olun spontane takılmayın arkadaşlar. Hesaplı, planlı olun. Bir anda “gidek mi la?” & “he, gidek” şeklinde aşka gelip direksiyona sarılmayın. Yüreğimin götürdüğü yere gidicem deyip de son ana bıraktığınız için bilet bulamadığınız o feribot var ya? Sonunuz olur.

·         * Pendik-Yalova feribotunda geçen o 40-45 dk meğer ne değerli, ne kadar müstesna bir zaman dilimiymiş? Hereke’de 1.5 saat, İzmit’te 2 saat ve Yalova’da 1,5 saatten mütevellit toplam 5 saati trafik tanrısına kurban ettikten sonra anladım ben bunu. Arada bir de sapak şaşırıp 60 km boşa yol tepmeyi saymıyorum (ki tam 37 dakikayı da orada kül ettik).

·         * Yahu bu kadar araba İstanbul’un neresine sığıyormuş? Yol üstü dinlenme tesislerinde bile park edecek yer yok. Gecenin bi körü olmasına rağmen iki lokma köfte için en az yarım saat sıra beklemek kaçınılmaz! Öyle tıklım tıkış bi durum ki es kaza sıkışıp hacet gidermen gerekse tuvalet kuyruğunda iç çamaşırı tazeleyeceksin. Hani İstanbul’un taşı toprağı altındı kardeşim? Sanırsın şehri bir felaket vurmuş, insanlar can havliyle kendilerini dışarı atmışlar. Romero efendi, sözüm sana: Zombie apocalypse öyle olmaz, böyle olur! 

·         * Allah’tan Yalova sonrası trafiğin ateşi dindi de toplam 11 saatlik “makul” bir sürede Akhisar’a erişmiş olduk. Tabi kabul etmek lazım, bütün bir geceyi yolda geçirmek bünyeye pek iyi gelmiyor. Kapağını açtığınız yarım litrelik bir su şişesini 15 dakikada bir her iki gözünüze dayayıp “içirmek” hem uykuyu açıyor hem de kuruyan gözleri nemlendiriyor. Deneyin arkadaşlar, birebir etkili. Kaza yaparsanız kaportanız benden.

·         * Eskiden paşa gönlüm nereyi dilerse oraya park ettiğim arabam artık Akhisar’da auto non grata ilan edilmiş. Yavrum az öteye al, oğlum gelip park etçek şindi… Kardeş karşı kaldırıma çek, yükleme yapçez biz burda… Aşarı sokakta otopark var, oraya alıver bilader. İğne atsan yere düşmüyor kaldırım kenarlarında. Bu nasıl bir otomobil patlamasıdır? Belli ki son birkaç senede Akhisar’ın refah seviyesinde bi sıçrama yaşanmış, parayı bulan da ilk iş otomobile sardırmış.

·         * Yaşlanıyor muyum? Kendimi ilk defa “nerede o eski bayramlar” diye hayıflanır buldum! Hatırlıyorum, 10 sene kadar önce ben taze damatken Akhisar’a geldiğimizde şehrin bi ucundan diğerine öpmediğimiz el kalmamıştı. Amcalar, dayılar, cici anneler, baldız-bacanak, eba & ecdat, cümle taallukat, Allah ne verdiyse… Her gittiğimiz yerde “aman ikramı geri çevirmeyeyim”, "aman ayıp olmasın" dedikçe o kadar kalburbastı yemiştim ki mide fesatına çeyrek kalmıştı! Bir Allah'ın kulu da "ulan ben de bu bayram baklava yapayım, bir fark yaratayım" demez mi? Dememişti işte 10 sene önce. Peki bu sefer? Kalburbastı hala standart donanım, lakin biz bu bayram bi tek halaya gittik. Şehirdeki hanelerin geri kalanı ya tatile kaçmış, ya birbirine küsmüş, ya da bilemiyorum belki de kalburbastı yapacak malzeme bulamadığından kimseyi ağırlamaya yüzü kalmamış :Pp

·         * Çok değil birkaç sene öncesine kadar Tahir Ün Caddesi bayramlarda ana-baba günü olurdu. Şimdi aylak aylak gezinen bikaç apaçi haricinde akşama kadar kimseye rastlamak mümkün değil. Dükkan bile açan yok neredeyse, o derece. O derece derken, gölgede 40 derece! Münasebetsiz devin biri bu koskoca ovaya tepeden bir fön makinesi tutmuş gibi rüzgar bile kaynar su kıvamında esiyor. Eh, insanlar da bi bakıma haklı sokağa çıkmamakta. İki cadde yürüyeyim dedim, beş dakika içinde tişörtüm maddenin sıvı haline geçip tenimle bütünleşiverdi. Gezmek benim neyime? Pustum, döndüm eve geri.

·         * Akhisar halkında “finders, keepers” felsefesi hakimmiş abi, bunu yeni keşfettim. Bizim Mert sağ olsun eline ne geçirirse anneannesinin balkonundan aşağı salladığı için sokakta hatırı sayılır bir ganimet birikti. Oyuncak, terlik, kaşık, süpürge, yarım karpuz (!), aklına ne gelirse... İki tezgah çatıp bimilyoncu açsan gideri var. Aşağıdan geçenler de “yahu bu nereden geldi, kim düşürdü” diye bakmadan bulduğunu cepliyor. Harçlık toplamaya gelen bir Ramazan davulcusu gözümün önünde oyuncak kamyonu kaptığı gibi uzadı. Balkondan “hüop kardeşim, bizim çocuğun o!” diye seslensem de tınmadı. Milletin peçeteye sarıp camdan attığı harçlıklar kesmedi demek ki şerefsizi, el kadar yavrunun oyuncağına niyetleniyor! Sonra bi dedeyle nine yürüyodu tin tin, yerde bizim yumurcağın balkondan salladığı ahşap oyuncağı buldular. Bıraktırana kadar akla karayı seçtim, nasıl da inatçılar. Utanmasalar savcılıktan yazı isteyecekler oyuncağı teslim etmek için. Sanki kapış var yahu, bulanın elinde kalıyor!

* 4 top dondurma 1 TL desem? Hayır paralel bir evren keşfetmedim, Akhisar'dan bildiriyorum. Hem de şehr-i İstanbul'un krem şantiden bozma fabrikasyon ürünleri gibi değil, doğal, sağlıklı, lezzetli bir dondurmadan bahsediyorum. Şaşırmakta haklısın; ben de fiyatın gerçekliğini idrak etmekte zorlanıyorum hala. Belki de dondurmacının başına güneş geçmişti, kim bilir?

·         * İstanbul'a dönüş için neyse ki feribotta yer bulabildim. Verdiğimiz mola ve denizde geçen süre hariç hepi topu 3 saat sürdü seyahat. Gündüz yolculuğunun ferahlığı da cabası… Dönüş ile ilgili en ilginç an sanırım Balıkesir’i biraz geçe yaşandı. Hani Türk halkının muhteşem dayanışma örneklerinden biri var ya, karşı istikametten gelen araçlara ileride radar olduğunu haber vermek için selektör yakarsın. Biz de bikaç kere yaptık bu alış verişi. Yalnız son seferinde yaklaşık 200 metre kadar önümde seyreden aracın sürücüsü selektörü kendisine yaptığımı zannetti. Baktım bi frenler, bi el kol hareketleri, bi tripler bişeyler. N'oluyo demeye kalmadan sağ şeride geçip benim aracı hizaladı, basbaya bi sinir söz konusu; kıpkırmızı olmuş adam. Camı açıp selektörle olan ilişkim hakkında gayet yaratıcı küfürler savurdu. Hanımla çocuklar uyuyordu, yazık cevap veremedim. He deyip geçtim, çaresiz.

·         * Yolculuk esnasında şöyle bir sınıflandırma yaptım:
- Eğer arkanızdaki araç bir anda hızlanıp tamponunuza yapışır ve selektörle yol isterse 34 plakalıdır.
- Eğer sağdaki iki şerit boşken sol şeridi kapatıp 70 km hızla seyrediyorsa bakın plakada 16 yazar.
- Önce önünüze kırıp sinyali sonra veriyorsa plaka kesin 45’tir.
- Adeta şartlı refleks gibi vara yoğa korna çalıyorsa plakası 06 olsa gerektir.
- Bunların hiçbirini yapmayıp arabasını adam gibi kullanıyorsa ya 10'dur plakası ya da 35.

·        * İstanbul’a yaklaştıkça araç yoğunluğunun artması, binaların ve fabrikaların yükselmesi, havanın daha bir gri renge çalması fena halde moralimi bozdu. Bir de Pendik’te feribottan inerken tımarhaneye hoş geldin dercesine shuffle’da Sanitarium’un denk gelmesi?

Welcome to where time stands still
No one leaves and no one will

Yok canıım, tesadüf sadece.
(hem İstanbul'un taşı toprağı altın di mi?)
Hoşbulduk :)